Söz&Kalem Dergisi | Hamdullah Er
Bütün mahlukatın uyandığı o bereket saatinde bütün hazırlıklarını tamamlamış ve uzun zamandır beklediği o yolculuğa çıkmak üzere kapıya yönelmişti. Büyük bir özenle hazırladığı bohçasının orta yerinden elini geçirerek sırtladı. Avluya doğru adımlarını sıklaştırdı ve bahçeye açılan kapıdan çıktı. Bahçeye adım attığı gibi dirilişi müşahede etti. Bahar gelmiş, her yer yeşil renkle kaplanmıştı. Baharın enfes kokusu ciğerlerine doluyordu. Henüz yeşeren otların taze kokusu, serçelerin şarkıları ve kuzuların meleyişiyle bütünleşince ortaya müthiş bir huzur tablosu çıkıyordu. Saatine baktı, geç kalıyordu. Hızlı adımlarla köy meydanına doğru yürümeye başladı.
Ardında bıraktığı, evinin hemen yanı başında olan o vakur pınar düştü yadına. Daha yeni ayrılmıştı pınarın başından ama kendisi için büyük anlamlar taşıyan o pınara özlem duyguları beslemekten de geri duramıyordu. O dingin ve serin pınar çağlıyor, hem kendisine hem de çevresine hayat veriyordu. Pınarın başına gidip usulca akan suyun seyrine daldığında kendisinden geçiyor, bütün dertlerini unutuyordu. Bu ritüelini her gün yerine getiriyordu. Fakat yola gideceği süre zarfında ondan uzak kalacaktı. Firak acısını şimdiden yüreğinde hissetmeye başlamıştı. Zihnini bu düşünceler kurcalarken terminale giden köy araçlarının kalkış noktasına varmıştı.
Yılların yorgunluğunu üzerinde taşıdığı her halinden belli olan sarı renkli minibüs, hareket etmek üzeriydi. Son anda yetişmişti. İçeridekilere selam verip boş kalan tek koltuğa oturdu. Köy minibüsü toprak yolda tozu dumana katarak şehre doğru yol alıyordu. Şehirlerarası otobüs terminaline gidecekti. Terminal şehrin girişinde olduğu için varması uzun sürmedi. On yedi dakikalık bir yolculuğun ardından varmıştı.
Ve işte yine bir şehirlerarası otobüs terminalindeydi. Biletlerin satıldığı yazıhaneye yöneldi, daha önce ayırttığı biletini alıp otobüse doğru yürüdü, orta kapısından bindi. Eski otobüsün silikleşmiş numaraları arasında yirmi altı numaralı koltuğu arıyordu gözleri. Sayılar zar zor okunuyordu. Arka taraflara doğru üç adım atmıştı ki, yirmi altı numaralı koltuğun önünde olduğunu fark etti. Bohçasını koltuğun üzerindeki bölmeye bıraktı ve yerine oturdu.
Otobüs, adedi olduğu üzere saatinde hareket etmedi. Bu duruma alışkın olduğu için sabırla bekledi. Dokuz dakikalık gecikmenin ardından otobüs nihayet hareket etti. Araç, şehrin isminin yazılı olduğu tabelayı geçince, beton bloklar ardında kalmıştı. Köyde yaşıyordu fakat ihtiyaçları için bazen şehre inmek zorunda kalıyordu. Şehre her geldiğinde ruhu bunalıyordu. Beton bloklar sanki üzerine üzerine geliyor, köye bir an önce dönmek için işlerini hemen halletmeye çalışıyordu. Beton bloklar otobüsün ardında kalınca etrafı seyre daldı.
Büyük hedefler için yola çıkmayalı epey zaman olmuştu. Önünde cam, görüş açısında yol, ağaç, dağ ve taş vardı. Fakat baktığı ve gördüğü bunlar değildi. Camdan içini seyrediyordu. Yüreğinde bir yerlerden alevler yükseliyor, dumanı gözlerinden tütüyordu. Fakat isli bir gözün dumanı değildi bu, hararetle göğe yükselen hırçın ve heyecanlı bir ateşin dumanıydı bu.
Ateş, harlandıkça görüş açısı daha da berraklaşıyordu. Sürekli içine bakıyor, baktıkça yanan alevin bütün bedenini titretişini, ısıtışını her zerresinde hissediyordu. Damarlarında hayat vermek için dolaşan o kan, ruha bürünüyor, bütün benliğini sarıyor ve sarsıyordu. Fıtratına döndüğünü gören kalp, aşkla her zerresine ruh pompalamaya başlıyordu. Her zamanki işlevini yerine getiriyordu ama bu sefer çok başkaydı. Yaşamak, var olmak bunun içindi; yaşatmak ve ruh katmak... Ruhu dipdiriydi; heyecan ve aşk baştan başa bütün bedenini sarmıştı.
Eve dönüş ritimleri tutturmuştu evvelden. Fakat bu seferki ritim, melodi neyin nesiydi? Zihninde tınısı olan melodileri anımsamaya çalışırken harlanan alev, her şeyi daha da berraklaştırmıştı. Yol, ağaç ve dağ... Hala bunlar değildi gördüğü. Saatler sonra bir ormana varacaktı. Orada birbirinden güzel, renkli ve bir o kadar da gür ağaçlar vardı. Onların içinde, asıl olması gerektiği yerde olacaktı.
Ormana, yüreğindeki korlardan bırakacaktı. Ormandaki ağaçlar da alevlenecek, etraflarındaki karanlığı dağıtacak ve niçin yaşadıklarını bir kez daha hatırlayacaklardı. Yandıkça bir mum gibi eriyecek, hakikat güneşini doğuracaklardı. Bundan dolayı kendilerini feda etmenin verdiği o eşsiz lezzeti bütün zerrelerinde hissedeceklerdi. Yanmalılardı çünkü hakikatin gelişiyle yok olmaya mahkum olan zavallı, defolup gidecekti. Ardından esenlik yurdunu inşa etmek için Zümrüdüanka gibi küllerini toplayıp göğe doğru kanat çırpacaklardı.
O, bu düşünceler içerisindeyken otobüs epey yol almıştı. Gideceği şehrin silueti ufukta yavaş yavaş beliriyordu. Göğe doğru kibirle yükselen beton bloklar görünmeye başlamıştı. Birazdan orada olacağını düşününce nefesi daraldı. Beton bloklar arasında nefes alamıyor, ciğerleri bir terslik olduğunu hemen anlıyordu. Gideceği yerin şehrin içindeki o gür orman olduğunu hatırlayınca ruhuna bir sekinet indi, yüreği ferahladı.
Camdan seyre devam ederken birden muavinin sesiyle irkildi. Muavin, yolculuğun sona erdiğini haber veriyordu. Fakat onun için biten hiçbir şey yoktu, her şey sürekli yeniden başlıyordu ve bir türlü bitmek bilmiyordu…