Söz&Kalem Dergisi | Meryem Varol
Önceleri her beklenenin geleceğine inanıyordum. Yol gözleten o umudun, onu döndüreceğine inanıyordum. Yoksa neden dönsün ki!
Yol gözlemek için en iyisi pencerelerdir. Bizim de o zamanlar evimizin bir penceresi vardı. En özlediklerimizin yolunu oradan gözlerdik. Bizi bırakıp gidenlerin, gitmek zorunda kalanların yolunu. Kısaca biri gitti mi bizden, gelmesini o pencereden beklerdik. Bizim evin avlusuna, bahçe kapısına, sokaktaki patika yola, mahalleye bakardı. Gideni yolculayana kadar gözlemek, sonra beklemek için takılmış gibiydi. Biri, her gideni dönecek sanıp çok üzülmeyelim diye onu oraya koymuştu.
Yazık ki giden bazen dön(e)memek üzere giderdi. O zamanlar bunu bilmiyorduk. ‘O zamanlar’ dediğime bakmayın, “yıllar önceye” uzak dediğiniz için diyorum. Öyle çok uzak zamanlar değildi. Hatta daha dün gibiydi.
Penceremiz mi çok büyüktü biz mi çok küçüktük bilmem ama oradan her şey görünürdü. Dört mevsim mesela, oradan sızardı evimize. Her mevsimi oradan görürdük. Baharı, kışı, yazı, güzü… O camın ardında o mevsimler oluyor muydu bilemem. Ama penceremizden sızıyordu. Nedense en az baharlar sızardı ama en güzeliydi mevsimlerin. Hele çocuklar uçurtmalarını alıp bayırlara çıkmışsa. Uçurtma inmeden ayrılmazdık camın önünden. Yüzlerine yansıyan mutluluklarını izlemek ne güzel şeydi öyle! Biz oluyorduk sanki o çocuklardan her biri. Uçurtmalarını biz alıp uçuruyorduk.
Her biri çok önemli bir iş yapıyor gibiydi o anlarda. Hele o avuçlarında tutsak olan uçurtmayı saldıkları an ipi ellerine alıp ondan koşarak uzaklaşmaları yok mu, o dünyanın en önemli işiydi. Onların canlı olduğuna inanırdı her çocuk, o yüzden uçunca özgürleştiğine sevinirdi. Cansız olsa uçamazdı değil mi? Sonraları nedense uçurtmaların cansız olduğunu, rüzgârla uçtuğunu öğrenirler. Ne gereksiz bilgi, ne mutsuz bir düşünce!..
İtiraf edeyim ben de hala onu, rüzgârın uçurttuğuna inanmıyorum. Bence onu çocukların saflığı belki de mutluluğu uçuruyor. Veya belki de kar tanelerini yere indiren melekler kar yağmıyorken çocukların uçurtmalarını kanatlarına takıp onların yüzlerini güldürüyorlar. Çocukların dünyada sıkışmış ruhlarını alıp özgürleştiriyorlardır birkaç saniyeliğine.
Bir ara yaz mıydı güz müydü bilemem biri gitti bizden veya gitmek zorunda kaldı. Orasını o zamanlar tam anlamamıştım. Öyle çok umursamadık, nasılsa döner diye. Ama yolunu gözledik. Dönmedi. Karanlık çöktü gelmedi. Hiç böyle yapmazdı. İki eli kanda olsa gelirdi ama gelmedi. O çok gecikti. Biz de çok bekledik. Yine de gelmedi…
Belki bir işi çıkmıştı. Yoksa gecikmezdi. Beklerdik bilirdi…
Haftalar oldu gelmedi. Hep bekledik. Pencerenin önünden hiç ayrılmadık. Sonra aylar oldu Gel(e)medi. Rüyalarda bile yol gözlemeye başladık. Gündüz pencereden gece düşlerden yol gözlemeye devam ettik. En çok o zaman baktık evimizin penceresinden.
Hiç değilse bayrama gelir dedik. Gel(e)medi. Bir bayram daha… Sonra bir daha… Bayramlar geldi, geçti o gelmedi veya gelemedi.
Bizim pencereden hayat akıp geçti. Çok şey gördük, geçirdik. Mevsimler geçti üzerinden. Güneş sızdı. Yağmur yağdı. Kar yağdı. Dolu vurdu. Sonra ne oldu o pencerenin önünde bilmiyorum. Kirlendi camları, eskidi çerçevesi birden. Çok bakarak mı eskittik sanırım. Gün be gün küçüldü. Zaten mi küçüktü, umutsuz kalınca mı küçümsedik onu da bilmiyorum. Bildiğim tek şey o küçülürken biz de aynı kalmadık. Bize de büyüdünüz dediler. Büyüdükçe küçüldü ufkumuz. Zihnimiz, düşüncemiz daraldı. İkiye ayırdık olanları, hayallerimizi, gördüklerimizi. Sonra onlara garip isimler taktık. Kimine düş dedik kimine gerçek. Kimine mümkün kimine imkânsız. Şu olur, bu olmaz. Bunun kararını kim verdi, kim bize sınırlar çizdi şimdi bile bilmiyorum. En kötüsü de gerçek gibi inandık beklediğimizin gelmeyebileceğine… Onların imkânsız dediklerine. Büyümek diyorlardı bir de buna. Bence tam tersi bu küçülmek, azalmak, yitip gitmek… Büyüdükçe anlıyorlarmış, büyüdükçe geçiyormuş. Çok gerekliymiş gibi büyüdük bizde. Veya öyle sandık. Geçtiğini sandık... Anladığımızı sandık… Beklemediğimizi sandık…
Ah, sanrılar… Yalandan evler… Oysa hakikatte bir çocuk çok daha büyüktür bizden. Ufku çok daha geniştir. Kendini büyük gören bilmez ama aslında bir çocuk asla büyümez. Sadece korkuttuğumuz için büyük şeylerin arkasına saklanır.
Büyürken kızmadık mı kızdık elbet. Bazen koca bir mezar kazdık hemen oracığa, tam pencerenin önüne. Artık gömecektik ne varsa, gidecektik. Bir daha ardımıza bile bakmadan. Kazıyorduk kazmasına her gün, fakat gömecek bir şey bulamıyorduk. Elimize aldığımız her şeyi kıyamayıp tekrar kaldırıyorduk. Sonra yine yol gözlemeye devam ediyorduk.
Yol gözlerken belki de en kötüsü o pencerenin önünden ayrılamamaktır. Hayatı buraya getirebildiğin kadar yaşamak, her şeyi yarım bırakmak. Ne gitmek ne de kalmak yani. Hep iki arada bir derede. Bu çekilmez olur artık katlanmazsın bazen. Bir harç kararsın o pencerenin önünde. Duvarlar inşa edersin. Sert, soğuk, geçilmez. Yol gözlenmez. Yok sayarsın. Unutursun yol gözlenen o pencereyi, yolu, yolcuyu… Bir müddet hayatına dönersin. Hatta inanır mısınız bilmem, artık döneceğine dair düş bile kurmazsın.
Sonra bir şey yıkar duvarı acımasızca… Bir hatıra… Bir mektup… Bir kalp yarası… Bir şiir… Bir şarkının nakaratı… Her şeyi başlatır yeniden. Yine kendimizi yol gözlerken buluruz. Yine yarımların tamamlanacağına, yine gidenlerin geleceğine inanırken. Yine umutla dolarken… Yol gözlenen o pencerenin varlığına şükrederken…