Sizleri geçen ayki yazımızda yarım bıraktığımız günün geri kalan kısmını yani beklediğim yerden alıyor, tedavi için hastaneden çıkış yaptığımız vakitlere götürüyorum. Afrin’deki hastanede tedaviler bitmiş, getirilen ilaçlar Suriyeli hekimlere teslim edilmiş vaziyetteydi. Doktorlar ve sağlık çalışanları ile veda ve hatıra fotoğrafı faslı bittikten sonra Muhammediye Kampına doğru hareket ediyoruz. Yolda yaşı bir hayli küçük çocuklar ellerinde silahlarla kontrol noktalarında duruyor, asayişi sağlamaya çalışıyordu. Her ne kadar şu an çatışmalar durmuş olsa da neticede burası bir savaş bölgesi. Sağlı sollu harabeye dönmüş binalar ve iş yerleri bize eşlik ederken amansız bir soru takılıyor aklıma. Gönüllerde bu şehirler gibi harabeye dönmüş müdür acaba? Ruhlar bedenlerden, et tırnaktan ayrılmıştı. Fakat hala umut vardı, parmaklıklar ardından bakabiliyor olsalar bile. Kerpiç, harabe bir gönle tutunmuş parmaklıklardan. Gözlerdeki ışıltılar yüreklerde olan umudun yansımasıydı. Harabeye dönmüş bir yüreğin taşıyacağı umut kadar işte.
Yol boyunca bize eşlik edenler araçları buraya gelirken ki gibi nizami kullanmıyor, hatta gereksiz gördüğümüz bir sürat dahi yapıyorlardı. Fakat birkaç dakika sonra aldığımız haberle süratlerinin ne kadar gerekli olduğunu anlamıştık. 3-4 dakika arayla yol güzergahımızda şiddetli patlamalar olmuş, ölü ve yaralı haberleri geliyordu. Hedef biz miydik kestiremiyoruz ama şundan eminiz; kaderinde yoksa şartlar ne olursa olsun başına bir fenalık gelmez. Yol boyunca araçlar zaman zaman zikzak çiziyor, böylelikle olası keskin nişancıların hedef almalarını zorlaştırıyorlardı. Saatler içinde yaşadıklarımız karşısında şok olmuş vaziyette iken, her gün başına bombalar yağan insanları düşününce şok halimizin yersiz olduğu kanaatine vardık. Çok geçmeden giriş kısmı dahi yağmurdan dolayı çamurlaşmış ve bataklık oluşturmuş Muhammediye Kampına vardık. Kamp dediğime bakmayın çadır kent demek daha doğru aslında. Ya da belki de 10 bin kişinin yaşadığı(!) mini(!) bir çadırdan kent. Kent dediğime de bakmayın siz, çadırdan kent mi olur? Elektrik kelimesinden bahsetme saçmalığına girmemekle beraber temel yaşam maddesi olan su dahi kısıtlı vaziyette. Günün belirli vakitlerinde Türkiye’den temiz su tankerleri buraya geliyor ve kampın içme suyunu tedarik ediyormuş. İnsanlar sırayla aldıkları suyu bir dahaki temiz su dağıtımına kadar idareli kullanmak zorunda. Kamp girişinde mini bir güvenlik noktası, hemen ardında tek katlı; Türkiye’deki aile sağlığı merkezi tarzında bir hastane(!). İçeri girmemizle AFAD yetkilileri karşılıyor bizi. Yönümüzü çadır kente çevirmiş çadırlar arasında ilerlerken yalın ayak, üzerinde incecik bir tişörtten başka bir şey olmayan çocukları görmemizle burukluğumuza burukluk katmıştık. İçinde insan olmayan o kadar çok elbise israf ediliyordu ki…
Muhtaçlık(!) durumu listesine göre durumu daha kötü olan bir çadıra giriyoruz. Aile bireyleri ısrarla bir şey soruyor, tercümanların çevirmesiyle nihayet durumu anlıyoruz. Türkiye’de tedavi olan çocuğunun durumunu soran tedirgin bir anne var karşımızda. Yetkililerden öğrendiğimiz kadarıyla birkaç gün önce bu çadırda yangın çıktığını ve 11-12 yaşlarındaki çocuğun ağır bir şekilde yaralandığını, tedavi için Türkiye’ye gönderildiğini söylüyorlar. Oradayken akıbetinin ne olduğunu merak ettiğimiz çocuğun ben bu yazıyı yazarken vefat ettiğini öğreniyoruz. O kurtuldu. Fakat buna sebep olanlar nasıl hesap verecekler? Getirdiğimiz insani yardımı dağıttıktan sonra vakit kaybetmeden hastaneye geçiyor, bekleyen hastaların tedavisine başlıyoruz. Az sonra AFAD yetkililerin hareketlenmesinden bir şeylerin ters gittiği izlenimi oluşuyor bizde. Gelen istihbari bilgi ile yapılan bombalı saldırıların bize yönelik olduğu, zaman ayarlı patlayıcıların bizim hızımızı hesaba katamadığından dolayı zamansız patladığı söyleniyor. Olası bir saldırı ihtimali göz önünde bulundurularak Cinderes merkezine doğru çıkmamız gerektiğini iletiyorlar. Getirilen ilaçlar oradaki hekimlere bırakılıp kamp içinde yapılacak giyecek ve yiyecek yardımı yapıldıktan sonra hızlıca Cinderes’e doğru yola çıkıyoruz.
Suriye'nin kuzeyinde Halep ilindeki Afrin ilçesine bağlı bir belde olan Cinderes, Afrin Çayı kenarındadır. Halep'e 68,4 km, Afrin'e 20,9 km uzaklıktadır. Cinderes ayrıca, Hatay'ın Kumlu ilçesinin de 18 kilometre doğusunda yer almaktadır. Kuzey hattı açık olan Cinderes, Afrin’e giden anayolu nedeniyle kritik derecede öneme sahip durumda.
İnsan kaçakçılarının umut tacirliği yaptığı, umudun en pahalı olduğu yer Suriye… Türkiye’ye yasadışı yollarla geçmek için 10.000 dolar, Halep yani rejimin olduğu bölgeye geçmek için 5.000 dolar kadar ödeme yapıyorlarmış tacirlere. Türkiye’ye geçmek istemelerini anlarım da peki ya insanlar neden savaşın diğer boyutuna geçmek ister ki? Hem de 5.000 dolar gibi bir rakamla. En kötü devlet, devletsizlikten iyidir anlayışıyla hareket eden insanların tercihi, Halep. Elektrik ve su var en azından. Geçebilirlerse tabi. Çoğu ya yolda öldürülüyor (eşyalarına el koymak için) ya devletler tarafından tekrar geldiği yere gönderiliyor ya da hapsediliyor. Dedim ya umut işte.
Yol boyunca Türkiye’de özellikle bir kesimin mültecileri hor görmesi, psikolojik hakaretlere maruz bırakması geçiyor aklımdan. Acaba bu muameleyi yapanlardan kaçı birkaç saatliğine bu ortamda durabilir? Bu insanların başka çareleri var mıydı ki topraklarını bırakıp buralara kadar geldiler? Peki ya ‘Ülkelerinde kalıp savaşsınlar!’ diyenler? Eminim ki bunu diyenler aynı durumda ülkeyi ilk terk edecek olanlardır. Türlü türlü soruların zihnimden geçtiği, içimdeki birikmişliklerime birikmişlik kattığım farklı bir yolculuktu.
Cinderes’e varmamızla araçlar polis merkezi ve aynı zamanda kaymakamlık binası olan yerin önüne çekildi. Türkiye’nin atadığı yönetim amiri eşliğinde bir de yerel yöneticiler ile kısa bir hasbihal etme ve gelişmeleri birinci ağızdan dinleme fırsatımız oluyor. Geçtiğimiz hafta kentte büyük bir yağmacı operasyonu yaptıklarını öğreniyoruz. Milislerin savaş sonrasında veya sırasında zaman zaman yağma ve hırsızlık yaptıklarını tespit ederek yakalandıklarını belirtiyor, kentin asayiş amiri. Merkezin hemen karşısında bulunan hastaneye ilaçlar bırakıp hasbihal edildikten sonra hemen yanı başında bulunan hayır çarşısına uğruyoruz. Hatay’da bulunan bir STK Cinderes’e hayır çarşısı adı altında bir mağaza açmış durumda. STK yardıma muhtaç aileleri tespit edip verdiği tarihte hayır çarşısında tepeden tırnağa giyimlerini karşılıyor. Aynı STK ayrıca Kırıkhan merkezinde bulunan mülteci kampları için de gıda bankası ve hayır çarşısı adı altında faaliyet sürdürmekte. Kart sistemi ile çalışan STK, tespit ettiği ailelere kart verip aciliyet durumlarına göre bir puanlama yapıyor. Hayırseverlerden yardımlar geldikçe aciliyet sırasına göre sistemden kart sahiplerine mesaj gidiyor ve ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlar. Kart demişken Türkiye’de çokça tartışılan fakat aslını çok bilmediğimiz ‘devlet ayda şu kadar yardım yapıyor Suriyelilere’ sözlerini teyit etmek için birinci ağzın yanındayız. Kendileri böyle bir durumun kesinlikle olmadığını, Avrupa Birliği fonunun Kızılay üzerinden aktarıldığını ve Türkiye’nin cebinden tek kuruş çıkmadığını anlatıyor. Muhalefet bunu siyasi malzeme yapmaktan çekinmez iken iktidar da ses etmeyerek yardım ediyoruz imajı yaratıyor ne yazık ki.
Ziyaretimiz imza kağıdına imza atıp çıkmamızla son buluyor. Hayatımız boyunca bu kadar duyguyu bir arada bir daha ne zaman yaşarız bilemiyorum. Duygusal olarak oldukça zorlandığımız bir deneyimdi bizler için. Bunu okurken sizlere duygularımızı ne kadar aktarabildik bilmiyorum ama savaş bölgesinde bir gün hiç de kolay değildi. İnsanların ne dediğini çok anlamasak bile, sevgilerini hissediyor olmamız bizleri motive ediyordu. Doğru ya sevginin dili yoktu, yürekler arasında idi. Düştük yine yollara, dönüş yabana.
Söz&Kalem – Murat Çöklü