Dizleri onu daha fazla taşıyamadı. Düşmemek için en yakınındaki duvara tutundu. Yavaşça duvarın dibine çöktü. Bu haber doğru olmalıydı. Çünkü kimsenin bu konuda yalan söylemeye dili varmazdı.
Doğduğunda bu karanlık dünyaya yaydığı ışıkları aniden toplayıp götürmüş, yine bu dünyayı karanlıklara mahkûm etmişti. Şimdi firakıyla yaralanan bu kalplere bir lokman, bir derman bulunmazdı.
Oysa kapkaranlık dünyasının nura gark olduğu gün, daha dün gibi aklındaydı. Hayatı hep zor olmuştu. Doğar doğmaz karanlığı tanımış, baktığı her yerde karanlığı bulmuştu. Işığı ve rengi hiç görememişti. Hayatını duyduğu seslerle inşa etmişti. Onun rüyaları bile seslerden ibaretti. Zihninde hayata dair tek bir kare yoktu. Hiçbir sevdiğinin yüzünü görememişti. En acısı O sevgilinin yüzünü hiç görmemişti.
Hayatı boyunca hep dışlanmış, küçümsenmişti. Hep eksik kalmış, hep yaralanmıştı. Ta ki onun nuru dünyasına doğana kadar. İlk o zaman ışığı görmüş, hayatı, zihni ve gönlü aydınlanmıştı. Gönlü aydınlananın –hakikat nazarıyla- kör olduğunu kim söyleyebilirdi ki?
Kendini o zaman diğer insanlarla aynı görmüş, hatta bazen O sultana naiblik yaparak, diğer Müslümanların bile önüne geçmişti. Karanlık dünyası yüzünden horlanmamış, aksine birçok konuda imtiyaz sahibi bile olmuştu.
Ah, o ilk günler ne kadar mesut, ne kadar da heyecanlıydı! Yüreğini göğüs kafesine sığdırmakta zorlanıyordu. Sürekli O’nunla muhatap olmak, O’nun sadra şifa sesinden, Allah’ın hitabını dinlemek, güzel öğütler almak istiyordu.
O gün de nasıl hevesle O’na yönelmişti. Bastonu yardımıyla O’nu bulmuştu.
İşte, yine birilerini nura çağırıyordu. Mübarek sesi kalbine aktığında, ruhu coşmuş kendine hâkim olamayarak:
“Ya Resulullah, beni de uyar. Bana Kuran oku. Bana da öğüt ver.” Demişti coşkuyla. Mübarek ses kesilmişti. Neden acaba? Konuşmadı bir müddet.
Neden sonra, o düşmanların ve kibir abidelerinin sesini duymuştu. Demek onlar da buradaydı. Hem de Onun huzurunda…
O an, olanları anlamasa da sonradan anlayacaktı. Hem de Allah’ın bildirmesiyle…
Kendisi ısrarla peygamberle konuşmak isteyince Allah’ın elçisi bundan rahatsız olmuş, yüzünü çevirip ekşitmişti. Allah’ın uyarısı gecikmemiş, ayetler ardı ardına gelmişti. Bunu Allah bildirmese o hiç bilemeyecekti.
Bu nasıl bir şerefti ki; Allah, bu ulu efendiler dururken, onun gibi hiçbir makam, mevkii ve malı olmayan, gözleri bile görmeyen birini tercih ediyordu.
Bundan sonra peygamber, onu ayrıca önemsemiş, hep iltifatlarda bulunmuştu.
Oysa şimdi, gönül aydınlığını yitirmişti. Şuan yamacına sığındığı duvarın arkasında gözünün, kalbinin nuru cansız yatıyordu. Sesiyle, nefesiyle karanlık kalplerde yaktığı binlerce lambayı tek solukta söndürmüş. Dünyayı ardına bakmadan terk etmişti.
En sevdiğinin na’şını perdeleyen duvarın dibinde, yanıp kavrulan yüreğinin ahları yükseliyordu.
Kapıda biriken herkes perişan bir haldeydi. Bir telaş, bir panik hali herkesi sarmıştı. Çoğu inanmıyordu. O ölmüş olamazdı. Ölüm giysisi herkese dikilir, giydirilirdi. Ama Ona yakışmazdı. O hep yaşamalıydı. O’na canlar, mallar, ana babalar ve evlatlar kurban edilirdi.
Onlar açısından durum böyleydi. O sevgiliye ölüm yakışmamıştı. Bu doğruydu. Fakat Vallahi O, ölümü bir vuslat olarak görüyor, Rabbine kavuşmayı bu dünyada kalmaya tercih ediyordu. Bunu diyen O değil miydi:
“ Ben ve bu dünyanın durumu, bir yolcu ve yolcunun altında gölgelendiği bir ağaç misaliyiz. Bir müddet sonra yolcu yoluna gider ve onu arkasında bırakır.”[1]
Bunu bilmesine rağmen yaşadığını duymak istiyordu. Herkes bir haber bekliyordu. Aslında yaşadığını kesin öğrenmek istiyorlardı. Kulağına ulaşan ses aksini söylüyordu. Dikkat kesildiler:
“"Kim ki Muhammed (s.a.v)’e tapıyorsa, bilsin ki, Muhammed (s.a.v) ölmüştür. Kim ki Allah'a ibadet ve kulluk ediyorsa bilsin ki, Allah Hayy'dır, ölümsüzdür."[2]
Gerçekler zihin duvarlarına çarptıkça bir hüzün deryasıyla karşı karşıya kalıyorlardı. Fakat hüznün hakikati örtmesine izin verilemezdi.
Evet, O sevgili de onları Allah’a kulluğa çağırıyordu. Zaten O’nun dini dipdiriydi ve kıyamete kadar öyle kalacaktı. Ayağa kalktı. Bastonuna dayanarak birkaç adım yürüdü.
Yanan yüreğine serpilen bu suyla uyanmıştı. Kalp gözü bir anlık hüzünle, ye’se düşüp kararsa da şimdi, Kuran’ın hayat bahşeden ırmağı, kulağından gönlüne çağlıyordu.
“Muhammed ancak bir elçidir. Ondan önce de nice elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o, ölür veya öldürülürse; geriye mi döneceksiniz? Kim geriye dönerse; Allah'a hiç bir zarar vermez. Allah, şükredenlerin mükâfatını verecektir.”(Ali-imran/ 144)
Allah’ın kitabı ve şerefli elçisinin davetine muhatap olduğu için kendini bahtiyar hissediyordu. Hem O Sevgili çok da uzağında değildi! Onunla arasında bir nefeslik can vardı. Kafesin ağzı açıldığı gibi can kuşu azad olacak ve sevdiğinin diyarına kanat çırpacaktı.
Söz&Kalem - Meryem Varol