Söz&Kalem Dergisi - Şüheda Çeçen
Aborjinler çölde ilerlerken aniden dururlar. Morgan onlara "mola zamanı değil, neden durduk?" diye sorar. Yerli reis der ki; ''Çok hızlı ilerledik, Ruhlarımız geride kaldı. Ruhlarımızı bekliyoruz…"
Hikaye ne kadar doğru bilinmez. Fakat hakikat şu ki; haz ve hız çağının muhataplarıyız ve ruhlarımız bizden çağlar boyu ötede kaldı.
İnsanoğlu ömür denen yolculuğunun sebebini unuttu. Teknolojinin göz yanıltıcı serabına kapılıp sürüklendi. Bu sürüklenmenin tahrip ettiği psikolojik bunalım, beraberinde umutsuzluğu ve geri dönüşümün imkansızlığını aşıladı. Sonunda yorgun ve bitkin, ruhundan arınmış cesetler...
Çok hızlı tükeniyoruz. Ömür denen hazineyi teknolojiye kurban ediyoruz. Şairin de dediği gibi, çocuklarımızı çağa kurban ediyoruz; koyunlarımızı da Allah'a! Fakat Allah'ın koyunlarımıza ihtiyacı yok! Sosyal medyanın elinde uzaktan kontrol edilen mekanizmalara dönüştürüldü çocuklarımız. İçeriği hızlandırılmış görüntüler tahammül seviyemizi azalttı. Saniyede bir gelen bildirimler odaklanma ve düşünme yeteneğimizi alıp hiperaktivite bozukluğuna sebep oldu. Farkında değiliz ama tamiri zor yaralar açıyoruz ruhumuzda.
Tefekkür edemiyoruz, düşünme yetilerimiz köreldi. Beyinlerimiz kuşatma altında. Huşu içinde namaz kılamıyor, sosyal medya ile vakit geçirdiğimiz kadar Rabbimiz ile vakit geçirmiyoruz.
Dua edemiyoruz hakkıyla. Kalıplaşmış ifadelere aşina kulaklarımız duymuyor sesimizi. Dilimizden yüreğimize serinlik akmıyor. Bedenlerimiz hızlı bir yolculuk halinde, lakin ruhlarımız bizi takip etmekte zorlanıyor. Ve ne yazık ki savaşlar artık bir yeri işgal etmek ile olmuyor. Amaç tek dünya düzenine hizmet. Tek dünya düzeni, tek yönetim, tek tip insan. Kendinden memnun olmayan ve ameliyat masalarında sadece raf ömrünü uzatan yığınla insan. Sürekli özenen ve hayatlarını kıyas üzerine var eden yığınlar. Oysaki ilk kıyası yapan şeytandı ve o da helak oldu.
Bilim ilerledikçe insanlık o denli ruhundan arındı. Telefonlar kumar makinesi olup hayatımızda yerini aldı çoktan. Kaçındığımız bütün ahlaksızlıkları evimizin içinde küçük bir kutuda izler olduk itinayla. Faizin girmediği hane kirletmediği cep kalmadı. Ve yürüdüğümüz bütün sokaklar yeni bir imtihana açıldı. Günün sonunda ise aciz bedenlerimiz...
Bu durum kötü bir şekilde yuvalarımıza yansıdı, bazen en sağlam ilişkilerimizi bozdu. Medeniyetin o en vazgeçilmez sanılan beton ve moda yığınları arasında yükseldiğimizi sandık, sıkıştığımızın farkına varmadan.
İyileşemiyoruz, iyileşmek adına attığımız her adım karanlığın önceden bizim için belirlediği yoldan ötesi değildi. Bıyık altından gülüşmeleri ise hiç duymadık zaten. Zaman değişti, bilim ilerledi. Oysa cehaletin en koyusunu bu çağda bilim adı altında yaşıyoruz. Koyun postuna bürünmüş esaretten habersiziz, onlar yönetiyor biz oynuyoruz. Başrolünde ise güvenimizi kazanmış çıkar odaklı yapılar..
Durup içinde bulunduğumuz sahneleri hiç sorgulamıyoruz. Modern Cahiliye döneminin modernleştirilmiş köleleri olduk. Asırlar sonra madde renk değiştirse de mana anlamından taviz vermedi. Başımızı döndüren yüksek kulelerin zirvesinden düştü insanlık. Hiramızı kaybettik ve ruhlarımız en kuytu köşelerde en derin kuyularda kaldı. Bir virüs gibi ruhumuzu saran kör karanlıktan çıkamadık. Şehrin öbür ucundan hakikati haykıranları bize empoze edilen fikirlerle yargıladık. Tutmadık ellerini. Yolda olduğumuzu sandık , yoldakilere kulak asmadık.
Velhasıl ayaklarımıza kara sular indi. Bir hiraya/arınmaya/özümüze hicret etmeye ihtiyacımız yok mu hala?
Eskiden tasavvuf erbabları, meşgaleyi azaltıp zikir ve dualarla günahlardan kurtulmak için "Çilehane" olarak adlandırılan özel mekanlarda kırk gün kırk gece yalnız kalırlardı. Buna uzlet denilirdi. Burada amaç, kalbin günahlardan, gözlerin gün içinde maruz kaldığı çirkinliklerden ve bilinçaltımızın istemsizce kaydettiği mesajlardan arındırılmasıydı. Bu takdirde kişi özüne döner ruh yazgısındaki bedeni bulurdu. Bu sebeple dervişler, ‘Allah çileni arttırsın’ diye dua ederlerdi birbirlerine. Çilen artsın ki özünü bulasın, çilen artsın ki köklerinden tekrar dirilesin...
Bütün Peygamberler, daraldıklarında kavimlerinden ayrılarak uzlete çekilirlerdi. Alemlere rahmet efendimiz de kavminin putlara taptığı, zulüm, cehalet ve fuhşiyatın kök salıp adeta gelenek halini aldığı bir dönemde bulmuştu hirasını. Ardından özünü, anlamını... Peygamberlik onda karar kılmıştı. Çünkü özündeki cevhere ulaşmış, ruhunu cahiliyenin karanlığından korumuştu.
Tarihte bir çok örneği bulunan uzlete Kur'an'ı Kerim de dikkat çekmekte. Hz Musa'ya kırk geceden sonra Tevrat'ın verileceği müjdelenmektedir. Yine Hz. Yusuf’a karanlık kuyu, Hz. Yunus’a bir balığın karnı uzlet mekanı olmuştu.
Aslına bakacak olursak bu durum, bütün peygamberlerin ilk sünnetiydi. Bu ilk sünnet, yeşermek için toprağa atılan ilk tohumdu. Toplumdaki çirkinliklerden uzaklaşıp asıllarına döndükleri, ruhları bozulmasın diye sığındıkları bir inşirahtı. Oysa bu sünnetten ne kadar da mahrumuz! En çok da ihtiyacımız olan bu çağda…
Tefekkürü zaman kaybı, bütün gereksiz işleri ise meşgaleden sayıyoruz. Hızla uzaklaşıyoruz; değerlerimizden, medeniyetimizden, dedelerimizin sakal ağarttığı o demlerden...
Düzelmek ve düzeltmek adına hicret etmenin vaktidir. Teknolojiden, insanlardan ,aklımızı meşgul eden gereksiz uğraşlardan ve bizi sonuca ulaştırmayacak laf kalabalığından...
Unutmayalım, yolumuzu bulamazsak yol gösteremeyiz. Davetçi kimliğimiz istikamet üzere olduğumuz takdirde geçerlidir. Mutasavvıflara göre kendini bilen herkesi bilir. Önce kendimizi bilmeli/bulmalı ardından kendini bulmak isteyenlere rehber olmalıyız.
Şimdi evvela dirilme vaktidir. Bir lahza dinlenme vakti, fazla uzaklaşmadan.
Hiramızı bulalım ruhlarımız kaybolmadan…