Hiç olduğunuz ortamda insanların sizi anlamadığı oldu mu?
Okuduğunuz bir şiirle alay edildiği, nükteli hoş bir sözünüzü kimsenin anlamadığı oldu mu? Bazen karşımızdakinin cehalet ve anlayışsızlığı başımıza gelen bir felaketten daha çok yorar. Ehline denk gelmeyen her şey gibi marifet de en çok ehil olmayanın elinde ziyan olur.
Zamanında Bağdat’ta Edebi mahareti, tatlı dilliği ve zekâsıyla herkesin takdirini kazanmış bir Arap şairi varmış. Edebi meclislerde ve halifenin huzurda söylediği şiirler dilden dile dolaşırmış. Kısa zamanda halifenin en has şairi olmuş. Sultanın meclisinde onu eğlendirmek için şiirler söyler, takdir kazanırmış. Fakat iktidara yakın olmak iki ucu keskin bıçak tutmaktır. Gün gelmiş bir mesele yüzünden halifenin gazabına uğramış. Bu duruma çok içerleyen şair, bir daha halifenin huzurunda şiir söylememeye yemin etmiş. Bunu duyan halife, çok müteessir olmuş. Gönül almak için ona hediyeler vermiş, ricada bulunmuş. Fakat şair yemininden dönmemiş. Halife onu tehdit ederek ikna etmek istemiş, yine fayda etmemiş.
Bir müddet bu şekilde devam etmiş. Halife bir gün vezirine durumu açmış.
“ Biz bir şairi zayi ettik ya hu! Artık şiir söylemiyor. Yanıma dahi gelmiyor.” Akıllı vezir:
“ Efendim, müsaade buyurursanız ben onu yola getirir tekrar şiir söylemeye ikna ederim. Böylece hizmet-i Hümayununuza devam eder,” demiş.
“ Muvaffak olacağınızı zannetmem! Ben ona ricada bulundum. İcbar ettim ama nafile!”
“ Müsaade buyurunuz da ben çalışayım.”
“ Peki, istediğinizi yapınız.”
Halifenin desturunu alan vezir, derhal şairi tutuklayıp zindana kapatmış. Birkaç gün sonra da cahil, kaba, görgüsüz bir çobanı tutuklayıp şairin yanına koydurtmuş.
Hiçbir suçu olmadığı halde tutuklanan çoban, şairin karşısına oturup düşünmeye başlamış. Şair ise bu adamın kim olduğuna ne için hapsedildiğine önem vermemiş. Adamın yüzüne bile bakmadan başına gelenlere, kaderin cilvesine dair hazin hazin şiirler okur ağlarmış.
Bir müddet sonra çoban da şaire bakarak ağlamaya, gözyaşları dökmeye başlamış. Şiir bitince şair çobana bakmış. Söylediği şiirlerden bu adamın ağladığını zannederek hem gururlanmış, hem de hayretini saklayamayarak sormuş:
“ Arkadaş, ben padişahın nedimi has şairiydim. Büyük nimet ve naz içindeydim. Günlerdir mahpus olduğum için bu nimet ve refahtan mahrumum. Bunun için ağlıyorum. Sen daha bugün geldin. Kaldı ki burası senin çadırından iyidir. Burada rahatın yerinde. Sen niye ağlıyorsun? Yoksa beyitlerim mi sana tesir etti de bu kadar ağlıyorsun?” Çoban saf saf:
“ Yok efendi! Ben beyitlerinde bir şey anlamıyorum.”
“ O halde bu gözyaşlarının sebebi ne?”
“ Ben bir çobanım. Sürümde iri bir tekem vardı. Onu pek severdim. Şimdi seni böyle ağıt yakarak görünce aklıma o geliyor, kendimi tutamıyorum. Onun da köse sakalı senin sakalına benzerdi. Melerken senin sakalın gibi oynardı. Çok özledim.”
Edebi meclislerde her beytine methiyeler dizilen şair, şaşkınlıktan ne diyeceğini bilememiş. Bir müddet kalakalmış. Sonra aniden ayağa kalkıp kapıya vurup muhafızı çağırmış:
“ Derhal padişaha haber veriniz! Ben yeminimden vazgeçtim. Ne buyurursa yaparım. Şiir de söylerim. Yeter ki beni buradan çıkartınız. Burada biraz daha kalsam çıldıracağım.”
Hemen durumu halifeye iletip şairin kurtuluşunu sağlamışlar. Şair af dileyerek halifenin gönlünü almış. Halife bu duruma pek hayret etmiş:
“Ya hu ben seni o kadar icbar ettim. Hapsettim. Yemininde ısrar ettin. Şimdi bu hareketinin sebebi nedir?” Şair:
“ Efendim, dünyada en büyük felaket, âlimin cahille, zarif/edip olan kimsenin nadan(görgüsüz kaba) kişiyle birlikte olmasıdır derlerdi de inanmazdım. Bunu müşahede etmiş bulundum,” demiş ve çobanın hikâyesini anlatıp halifeyi güldürmüş.
*Mizahımızın Uç Beyleri, N. Ahmet Özalp, s. 39-40
Szö&Kalem Dergisi | Meryem Varol