Çocukların hayattaki kocaman çözümsüz sorunları basit görmesine hep özenirim. Sorunlar onların dünyasında yetişkinlerin dünyasındaki gibi büyük değildir. Belki de buz dağının sadece görünen kısmına baktıkları için mutludurlar. Ben de o zamanlar öyleydim. Doğarken annemi kaybettiğim için sevgimi babama vermiştim, ona hayrandım. Beni analığım büyütmüştü. Ben onun gerçek annem olmadığını biliyordum. Ama bu benim için çok önemli bir şey değildi. İyi bir kadındı. Beni evlatlarından ayırmazdı. Fakat genelde ya hamile ya da kucağında bebek olduğu için bizimle pek ilgilenemezdi. Babam onun da eksikliğini fark ettiği için belki de çok konuşmasa da sevgisini, ilgisini, şefkatini bize hissettirirdi. Öyle göz hizamıza inip konuşmaz, bizimle arkadaş olmazdı. Fakat baba gibi babaydı.
Babam daha küçük yaşlarda medreselerde yetişmiş, iyi bir ilmi vardı. Yıllarca köylerde imamlık yapmıştı. Bizim enişte bey,
“Yahu birader, senin gibi kıymetli âlim bir zat neden köylerde heba olsun! Sen şehre taşın bizim baş Müftü Efendiye rica edelim, seni de müftü olarak bir yerde görevlendirsin,” deyince taşınıp buraya gelmiştik. Eniştemiz müftü yardımcısıydı. Babam da şimdilik ona yardım ediyordu. Dediğine göre babamın müftü olması yakındı.
Taşındıktan sonra bütün hayatımız değişmişti. Burayı hiç sevmemiştik. Dahası babamın yüzü hiç gülmezdi. Genelde sinirli ve çok dalgındı. Bazen de sanki çok büyük bir felaket olmuş gibi üzgündü. Gözlerinden yaş akmasa da ağlıyor gibiydi. Geçen gün eve gelirken onu gördüğümde başındaki fesin yerine, şehirdekiler gibi şapka takmıştı. Çok şaşırdım. Ona hiç yakışmamıştı. Belki de ben babamı hiç böyle görmediğim için gözüme çok çirkin gelmişti. Analığımla konuşurken duymuştum. Bunu takmak mecburiymiş artık! Devlet yakında köylü şehirli herkese takacakmış!
O gün de sabah uyandığımızda babam kahvaltıya oturmuş gazete okuyordu. Tam karşısına oturdum. Sürekli “cık, cıkk, la havlee,” diyordu. Bazen dua bazen beddua ediyordu. Gazete benimle onun arasına girdiği için öfkeli yüzünü görmesem de zihnimde canlanıyordu. Babam böyle sinirliyken hiçbirimiz konuşmazdık. Ne olduysa Allah sonumuzu hayretsin, diyerek gazeteyi kapattığında oldu. Kafamı kaldırıp babama bakmamla donup kaldım. O da neydi? Şoka girmiştim. Ağzımdaki lokmayı çiğnemeden yutuverdim. Babam gözüme o kadar değişik gelmişti ki onu tanımakta zorlanmıştım. Sakalını kesmişti. Peki, ama neden?
Onu ilk defa sakalsız görüyordum. Çok çirkinleşmiş, yabancılaşmıştı. Tekrar tekrar baktım, yok hala öyle yabancı duruyordu.
Hiçbir şey yemeden kalktı. Analığım ona ceketini giydirdi. Babam askıda asılı şapkayı alıp başına taktı. Yoksa bu şapka için mi sakalını kesmişti. Evet, tabi ki enişte Bey’de sakalsız ve fötr şapkalıydı. Belki de şehir de öyle bir kural vardı. Şapka takanın sakalını da kesmesi gerekiyordu. Ayakkabısını kapıya bırakan analığıma:
- Sağ olasın hanım! Allah’a emanet olun! Dedi.
- Allah’a emanet, efendi! İkisi de çok üzgündü. Zaten uzun zamandır yüzleri hiç gülmüyordu. Pek konuşmuyorlardı. Konuşsalar da seslerinde can yoktu. Sonraki gün, bir sonraki gün ve diğer günler babam hep sakalsız kaldı.
O gün babam dışarıdan gelince ben de sokaktaydım. Eve beraber geldik. Analığımın uzattığı terlikleri giyerek içeriye geçti. Şapkasını ceketini girişteki askıya astı. Ardı sıra içeri girdim. Herkes odaya geçince bir şeylere tırmanıp askıdaki şapkayı aldım. Bahçeye çıktım. Evin arka taraflarına gittim. Şapkayı inceliyordum. Bu nasıl bir şeydi ki herkes ondan bahsediyordu. Babam önceleri hiç takmak istememiş ama eniştemiz, devletin bunu zorunlu yaptığını müftü olmak istiyorsa takması gerektiğini anlatmıştı. Herhalde yakında biz çocuklara da fes-takke yerine şapka takarlardı. Ama ben şapka taksamda sakalım hiçbir zaman kesmeyecektim. Çünkü sakalsız adamlar, kel adamlar gibi çirkin oluyorlardı. Şapkayı başıma taktım. Acaba nasıl görünüyordum? Bana geniş olduğu için yana kaydı. Hep bu şapka yüzünden babam sakalını kesmiş, yabancı biri gibi olmuştu.
Şapkayı başımdan alıp kimse görmesin diye iki elimle arkamda tuttum. Eve doğru yürüdüm. Birden analığımı gördüm. İki bez parçasıyla kenarlarından tuttuğu yemek tenceresini, içeri götürüyordu. Bizim ocak bahçede eve yakın bir köşedeydi. Yerde bir çukur açıp birkaç düzgün iri taşı kenarlarına koyarlardı. İçinde ateş yakar, yemek yapardık. Analığım yemeği burada pişirmiş, herkes şuan sofradaydı. Eve girip kimse fark etmeden şapkayı yerine asacaktım.
Hava karardı kararacaktı. Ocağın önünden geçerken durdum. Aklıma gelen şey korkunçtu. Bir şapkaya bir ateşe bakıyordum. O an nasıl karar verdim, ne cesaret böyle bir şey yaptım bilmiyorum. Sanki bu şapkadan kurtulursam tekrar köyümüze gidecek, arkadaşlarıma kavuşacak, babamın yüzü yine gülecek, sakalını kesmek zorunda kalmayacaktı! Birden şapkayı tuttuğum elim havalandı ve şapkayı hala yanmakta olan ocağın içine attım. Büyük bir mutluluk gelip yüreğime yerleşti. Yanışını bir müddet seyrettim. Fakat mutluluğum çok kısa sürmüş, yerini tarifsiz bir korkuya bırakmıştı. Bu yaptığımı elbet anlayacaklar, o zaman ne yapacaktım?
***
-Günlerdir arıyoruz, yok! Allah’ın cezası nereye kayboldu. Çocuklar mı bir şey yaptı hatun?
-Yok bey! Çocukların eli bile erişmez.
-O zaman çalındı. Salih Efendi geçen şapka hırsızlarından bahsediyordu. Çalıp el altından daha ucuza satıyorlarmış. Benim korkum, millet birbirini jandarmaya şikâyet etmeye yer arıyor. Hem yabancıyız hem de hocayız sevmeyenimiz çok, şikâyet eden olursa yandık! Kapının orada bir köşeye sinmiş, hiç ses çıkarmadan onları dinliyordum. Babamın her an, iyisi mi köye dönelim hanım demesini beklerken o bütün hayallerimi yıktı.
-Koca şapka evde kayboldu. Günlerdir şapkasız çıkıyorum. Yenisi için Sami efendiye talimat verdim. O da gâvurun teki… Fiyatını yine arttırmış. Zaten çok paralıydı, Öncekini bizim köydeki tarlayı satıp almıştım. Yenisini almak için de çok büyük borca girdik, bir seneye anca öderiz.
Analığım vah vah edip duruyordu. Demek babam yeni bir şapka alacaktı. Yıkılmıştım. Yaptığım hiçbir işe yaramamıştı. Babam o kadarla da kalmayıp sessizce analığıma şapka takmayanlara devletin hiç acımadığını işten attığını, hapsettiğini, hatta direnen hocaların idam edildiğin öfkeyle anlatıyordu. Hemen arka bahçeye gidip orada uzun süre ağladım.
Yaptığımın bedeli yalnızca bu da olmadı. Birinin babamı şikâyet etmesi üzerine babam tutuklanmış ve birkaç ay cezaevinde kalmıştı. Yargılama sonucunda cezası sürgüne çevrilip çok sapa bir köye gönderilmişti. O zaman babamlar çok üzülseler de biz çocuklar çok mutluyduk. Babam hiçbir zaman, benim yüzümden müftü olamadığını öğrenemedi.
Geriye akıl almaz bir zulümle masumca mücadele eden bir çocuk kalmıştı. Hayatta ne zaman mücadele azmimi yitirecek olsam o çocuğu hatırlarım. Yine olsa yine öyle yapmam ama yine zulümle bir şekilde mücadele ederim.
Söz&Kalem | Meryem Varol