Müzeyyen Sena Titiz | Söz&Kalem Dergisi
Biraz dert pişirdim, buyurmaz mısınız?
Dünya soframız her çeşit nimet ile donanmış, kelimeye anlam, göğe ferahlık, çiçeğe zarafet ve insana kalp bahşedilmiş.
Tüm kaynaklar emre amade, tüm hayvanlar işinin bilincinde, tüm nebatat bir midenin doymasının telaşesinde.
Her şey eşsiz, her şey berrak, her şey fevkalâde, her şeyde bir sâni-iden haber var, her şeyde mükemmel bir kusursuzluk, olabildiğince güzel ve özel, olabildiğince muazzez ve muteber.
İnsana gelince... Anlamsız bakışlara terk etti nimeti, sorgusuz sualsiz teslim aldı nikmeti, heder etti rahmeti. Ebeveynlere şefkatle muamele etmeyi külfet, tüm işlerde besmele ve duayı mübalağa, kuşlara yem vermeyi dahi gereksiz görür oldu. Herkes değil elbet, derdi bilmeyen ziyan oldu.
Tadını kaybettik tüm güzelliklerin, pak zannı ile pasaklı perdeler astık camlarımıza. Dahası kimseler ikna edemedi bizi kirliliğine. Evlerimize en modern takımlar aldık, en gözde markalar ile donattık, en güzeli kimseye kaptırmadık. İndirim günleri uyuyamadık, bakım randevularımızı aksatmadık, kimsenin henüz gitmediği yerlere gittik, gezdik, eğlendik, güzelinden durumlar attık. İçimize dert oldu yapamadıklarımız, listeledik, hedefledik ve zorladık şartları. Yedikçe doymuyor, yaptıkça bitmiyor, aldıkça eksilmiyordu. Korkarım bağımlı olduk!
Hangi istasyonda terk ettik duygularımızı, hangi mevkiye kurban verdik duyarlılığımızı, hangi şarkı aldı kızarmış sıcak ekmeğin ahengini, hangi renk çocukların gülüşüne rakip çıktı, hangi şehir aile kalabalığını geçti, hangi tapu annemizin sevgisiyle denkleşti, hangi güneş hayânın önüne geçebildi, hangi mal ilimle güreşti, hangi kimlik insan olma ve kalmayla eşdeğerdi, hangi varlık yokluğun kıymetini giderdi? Söyle hadi, hangisi?...
Hayat anayasasının çerçevesini yanlış yere koyduk, zihni ve kalbi yatırımlarımızı güvensiz kimselere ve yerlere yaptık. Kapalı olan ışığı açma direncini yanlışı yok etmeye harcamadık. Herkesin tek tip olduğu yerde aykırı olmayı göze almadık. “Onlar da yapmıyor mu?” tutunduğumuz en kuvvetli kulp oldu. Uyuştuk, sorgulamayı Google’a bıraktık sonrasında kapitalist sistem sessiz bir darbe yaptı. Sabah olunca bir de baktık ki toplumsal güdülere teslim olmuşuz.
Fazla parayı kalite, çok tüketimi zenginlik, trendleri modernlik bildik. Soframızda bir kuş sütü eksikti ona rağmen mutsuz ve umutsuzduk. Kalbimize ve aklımıza “geçicilik” ten bir pazar kurulmuştu. Ne de yapsak bir şeyler set çıkıyordu sevinçlerimize karşı. Error veriyordu beklentilerimiz. Her blogger farklı temalar üzerinde yoğunlaşıyor, her psikiyatrist bu tatsızlığa değişik tanılar koyuyordu. İnsan, tarihi boyunca belki ilk kez bu kadar varlık içinde yokluk yaşıyordu, belki ve kuvvetle ilk kez bu denli derin sorumsuz, mutsuz ve huzursuzdu. İlk kez bu derece aşikârdı cürümler, efkâra götürüyordu tüm sebepler. Tek-u tenha kalmıştı bireyler. Bu, yeni toplumsal bir hastalık belirtisi olabilir miydi?!
Ah, nidalar can çekişiyor, hakikatin fısıltısı yalanla çelişiyor. Kelime anlam arıyor, hayvan şefkat, çocuk merhamet, çiçek sevgi dünya ise insan.. Ahval kor ateş, adalet karaborsada, hakkaniyet yitik bir destan, erdem el sallıyor kapıda.
Eskilerde insanlar tuz veyahut ekmek dağıtırlardı teberrük niyetiyle. Her yemeğe giren tuz adedince hayır depolanırdı. Ekmek kutsal, kabir ziyaretleri Perşembe günlerinin rutin bir işiydi. Öyle kebap yapılmazdı, pekmez, pestil, helva yapılır komşular mahrum edilmezdi. Kapılar şiddetle kapanmaz, büyüklerin yanında hürmet eksik olmazdı. Terazisi dengeliydi eskilerin. İman ve insan etle tırnak misaliydi. Eğitimcileri dertti..
Dünya soframızda tek yok yokluk, tek derdimiz dertsizliğimiz. Yanlış öğrettiler bize! Zannettik ki mutluluk, huzur, sekinet mal ile mülkün elinde. Zannettik ki gülümseyerek poz verilmiş kareler hayatımızı şekillendirecek. Yanlış ürün alınmışçasına yanlış dertleri kuşandık. Şifa değil yara oldu. Yaşam mücadele etmeyi gerektirirdi, kaçmak istedik. Rahat peşinde koşarken hep gamsız, tasasız kalmak istedik. İnsanı var kılan ubudiyeti en son hedeflerimiz arasına aldık. Yanlış yol ve pusula ile doğru menzile varmak istedik. Şimdi siz söyleyin, akıl karı mı?...
Bak dostum biz neticesi ölüme varan basit insanlarız. Çaremiz doğru dert ile afiyete ulaşmaktadır. Zira derdin de doğrusu ve yanlışı var. Doğru dert bizi adam eder, tıpkı önceki insanları ettiği gibi. Kendi hıçkırıkları ile debelleşen değil başkalarının sıkıntıları ile empati kuran, şükreden ve sekinet bulanlardan oluruz. En âli derdi hamlederek, iyiliğin emri kötülüğün nehyi dersimizi onda on verebiliriz. Derdimizi öğütebilirsek gelişir, kıvama gelir, ideal mümin bir genç olabiliriz.
“Bunca varlık var iken, gitmez gönül darlığı,” diyor koca Yunus, “derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur” diyor. Demek ki dem, müminleri, mazlumları ve ümmetin evlatlarını dert edinme demidir. Dem şaha kalkıp, tüm kötülüklere meydan okuma demi. Dem, iman ve insanlığımızı konuşturma demidir.
Gökhan Özcan hocanın yazısından güzel bir kesit şöyle: “İçindeki şairi uyandır, velev ki şiir olup söylemesin, sükût olup söylesin. İçindeki hayreti uyandır, rüzgârda salınan çıplak dallara takılsın gözün, dallarda güneşi bekleyen kuşlara, sahipsiz imgeler gibi toprağa düşen serin damlalara. İçindeki seyranı uyandır, gözünün ucuyla iliş zamanı demleyen kubbelere, taşa manayı işleyen çizgilere, içine mana taşıyan esintiye, tele ve mızraba, sese ve ahenge, şehre ve insana, harfe ve kelimeye, usulca doğan güne, denize düşen ışığa, simide ve martıya. İçindeki insanı uyandır, bırak dokunsun suya ve toprağa, dokunsun kimselere anlatamadığın, anlatmaya yetecek kelimeleri bulamadığın o gizli saklı hayata, dönsün dokunsun yeniden kendi içine sığınan insana.”
Bizlerde diyoruz ki: Allah’tan başkasına gönül bağlamadan hayatımıza dokunacağız, şairin ‘ey dipdiri meyyit iki el bir baş içindir/ davransana eller de senin başta senindir’ deyişine uyarak kendimizi bu derin uykudan uyanmaya çağırıyoruz. Ve Rabb’imiz , senden bolca doğru dert diliyoruz..
Derdi ihsan edene sonsuz teşekkürler...