Doğrudan doğruya insanla ilgili olan kavramlardan biri olan değişim, insan hayatı içerisinde bazen olumlu bazen de olumsuz bir duruma kaynaklık etmektedir. İçerisinde yaşanılan şartların bağlamına dâhil olan insan, kimi zaman kendini değiştirme çabasına girmiş; kimi zaman da tüm değişim çabalarına karşın değişmemek için gayret göstermiştir. Bu da göstermektedir ki insan hem değişim isteyen hem de süreklilik isteyen bir varlıktır.
Doğal süreçler içerisinde de değişime uğrayan insan bazen değiştiği için alkışlanmakta bazen de ayıplanmaktadır. Bu değişim bazen kendini yenileme, geliştirme, ilerletme olarak sonuçlandırmakta; bazen de kendi değerlerine yabancılaşma, gerileme, çağdaşları gibi düşünme olarak sonuçlanmaktadır.
Gerçek şu ki İslam da değişimden yanadır. İslam, tevhid merkezli ve fıtrat eksenli bir değişim istemekte ve bireyin ya da toplumun kendi gidişatını değiştirmesi halinde Allahın da onlarla ilgili bir takım şeyleri değiştireceğini (Ra’d 11) haber vermektedir.
Değişim olgusu literatürümüzde farklı kelimelerle ifade edilmiştir. Olumlu değişim için ıslah, ihyâ, tecdid, teceddüt, terakki, tekâmül; olumsuz değişim için de tahrif, ifsad, tağyir, tebeddül kelimeleri kullanılmıştır.
Değişim bazen küfürde olanları imana kavuşturma şeklinde; bazen değerlerinden uzaklaşanları özlerine döndürme şeklinde; bazen ihtiyaçlara cevap vermekte yetersiz kalan tâli hükümlerin bir daha gözden geçirilmesi şeklinde; bazen fikir ve yaşayışların asrın ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn edilmesi şeklinde; bazen de yeni bir heyecanı yakalamak için yapılan düzenlemeler şeklinde kendini gösterebilmektedir.
Tarihimizdeki ilk değişim hamlesi risâletin ilk yıllarında başlatılmış, fıtrata uygun bir değişim modeli ile insanlar ihyâ edilmiştir. Merhametsiz ve gaddar olan insanlardan şefkat âbideleri; yol kesenlerin kabilesinden, yolcuların durakladığı hanelerin sahibi adamlar; kölelerden devlet başkanları çıkarmıştır. Bütün bu değişim ve dönüşümler bu ihyâ süreciyle gerçekleşmiştir.
İlk nesli görmemiş sonraki nesiller arasında başlayan fıtrata uzak hal ve hareketleri düzeltmek ve saadet asrının ayarlarına geri dönmek için de yine aynı model kullanılmış ve fıtrata uygun bir ihyâ hareketi gerçekleştirilmiştir. Kaynaklarımızda ilk ihyâ önderi olan anılan Ömer bin Abdülaziz (v. 101) hadislerin tedvini için İbn Şihab ez-Zühri’ye (v. 124) vazife vermiş ve hadisleri ihyâ ederek insanları da ihyâ etmeyi başarmıştır.
İlimlerin sistematik hale geldiği ve coğrafyamızın bir rıhle coğrafyası haline geldiği asırlarda da alim ve bilginlerimiz ilimleri zamanın ruhuna uygun bir şekilde ihyâ etmişlerdir. Nassların ışığında, icmâ ve kıyaslar yapılarak asrın sorunlarına cevaplar verilmiş, şehirlerin büyümesiyle fıkhi hükümlerde değişimler yaşanmış ve yeni ictihadlar yapılmıştır. İmam Şafiî (v. 204) Bağdat’tan Kahire’ye gittiğinde verdiği birçok hükmün değiştirilmesi/ihyâ edilmesi gerektiğini anlamış ve Kahire’nin şartlarına göre yeni hükümler vermiştir. Tarihte mühim olan bu süreç, kaynaklarımıza kavl-i kadim – kavl-i cedid olarak geçmiştir.
İhyâ önderleri olarak anılan Mevlâna Halid-i Bağdadi, Nureddin Mahmud Zengi, Şah Veliyullah Dehlevi, Hasan el Benna gibi önderler de toplumlarının bozulmaları ve fıtrattan uzaklaşmalarına karşın bir ihyâ projesi üretmiş ve asli kaynakların gölgesi altında din dilini zamanın şartlarına göre ayarlamışlardır.
İctihad kapısının sürekli açık kalması, ictihad edenlerin yanılmaları halinde de yine hayra nail olacaklarını haber veren bir hadisin olması bizde hep bir ilerleme çabası oluşturmuştur. Süreklilik arz eden bu ilerleme, ictihad kapısının kapanması ve değişime farklı bir açıdan bakılması, değişimden korkulması gibi nedenlerden ötürü yavaşlamış ama bitmemiştir. İhyâ’yı İslam’dan bir parça olarak kabul edip zamanın şartlarına uygun bir proje üretme çabası içerisinde olan ihyâ ediciler hep olmuştur.
Toplumların olumlu manada ilerlemesi için kaçınılmaz olan değişimin nasıl yapılması gerektiği konusunda da en iyi uygulama İslam’a ait olmuştur. Müslüman ihyâ önderleri, değişim çabalarını bağdan kopma ve tecrübelerine sırt dönme olarak görmemiş; nass ile belirlenen hükümlerin değişimi konusunu ise gündemlerine bile almamışlardır. Mevrid-i nassta ictihada mesağ yoktur kaidesince dinin ana hükümleri değil, tâli hükümleri zamanın şartlarına göre uyarlanmıştır. Nitekim ihyâ önderlerimiz İslam’da neyin değişebilir neyin değişemez olduğunu gayet iyi bilmekteydiler. Medeniyetimizin yüzyıllar boyunca var olagelen tecrübelerinden istifade edilmiş, tecrübeler, nassların gölgesi altında zamanın şartlarına göre elekten geçirilmiştir.
İslam’ın değişim çabası Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki değişim çabaları gibi de olmamıştır. Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki değişim çabası direk nass endeksli olmuş ve sonuç olarak da ortaya tahrif olgusu çıkmıştır. Hahamların ve papazların etkisiyle ana kaynaklarda yapılan değişim, ellerinde tahrif edilmiş muharref dinlerini bırakmıştır.
İslam’ın özüne tam olarak vakıf olamamış Hârici ve Bâtıni zihniyetli mezhepler de değişim sürecimizi anlayamamış ve olayları çağın şartlarına göre uyarlamakta aşırı bir şekilde zorlanmışlardır. Bu zorlanma beraberinde tekfir olgusunu getirmiş, kullanılan birçok asri alet ve edevat bid’at olarak kabul edilip ilkel bir düşünce tarzı benimsenmiştir. İslam’ın özünden uzak olan bu düşünce modelini benimseyenler ne ihyâ edebilmiş ne de ihyâ önderlerine yardım edebilmişleridir. Ne hazindir ki ihyâ önderlerinin ihyâ ettikleri insanlar İslam cephelerinde cihad ederken kendileri de işgalci güçler olan Moğollarla saf tutacak kadar sapkın bir dalalete düşmüşlerdir.
Asrımızda ise değişimle alakalı üç ana akımdan bahsedebiliriz:
Birinci akım, esen değişim rüzgârına kapılan ve İslam’ın ana kaynaklarında değişime gidilmesi gerektiğini savunan akımdır. Bu akıma göre Batı halkları nezdinde daha saygın bir konuma kavuşmamızın bir yolu da çağın anlayışlarına ters(!) olan bazı ana hükümlerimizin farklı yorumlanması veya reddedilmesidir. Delâlet vadilerinden esen bu rüzgârlara karşı koyamamış bu zihinler, yaklaşık bin beş yüz yıllık birikimimizden istifade etmeyen ve tamamıyla çağa ayak uydurmuş kişiler olmuşlardır.
Bu akımın tam karşı tarafında olan diğer akım ise tüm değişim taleplerini reddetmekte, taklitle yetinip ortaya özgün bir çalışma koyamamaktadır. Geleneğe sımsıkı bağlı olduğunu iddia eden bu akım, hiçbir şekilde değişim talep etmemekte ve tüm olayları bağlamından kopuk bir şekilde değerlendirmektedir. Asrın ihtiyaçlarına göre ictihad etmektense, ihtiyaçlara cevap veremeyen eski bir ictihadla yetinen bu akımın temsilcileri, kendileri gibi düşünmeyen insanları ihyâ etmektense tekfir etmeyi tercih etmişlerdir.
Üçüncü akım ise ihyâ akımıdır. Bu akım fıtrat endeksli, tevhid merkezli bir değişimi savunur. Birikimlerden istifade eden bu akım, tedrici tecrübeler ışığında asrın sorunlarına yeni çareler bulmaya çalışır. Bunu yaparken geleneği reddetmez, çağın şartlarını da göz ardı etmez. Kendisi gibi düşünmese bile ehl-i kıbleyi bir kabul eden bu akımın her değişim hamlesi bir olgunlaşma ve ilerlemeyi de beraberinde getirir.
Bu akımın öncülerinden olan Bediüzzaman Said Nursi (v. 1960) tekamül için gerekli olan değişimi Muhakemât adlı eserinde şöyle tasvir etmiştir: Âlemde meyl-ül istikmal vardır. Onun ile hilkat-i âlem, kanun-u tekâmüle tâbidir. İnsan ise; âlemin semerat ve eczasından olduğundan, onda dahi meyl-ül istikmalden bir meyl-üt terakki mevcuddur. Bu meyl ise telahuk-u efkârdan istimdad ile neşv ü nema bulur. Telahuk-u efkâr ise; tekemmül-ü mebadi ile inbisat eder. Tekemmül-ü mebadi ise; fünun-u ekvanın tohumlarını sulb-ü hilkatten zamanın terbiyegerdesi bir zemine ilka' ile telkîh eder. O tohumlar ise tedricî tecrübeler ile büyür ve neşv ü nema bulur.
Gelinen noktada her kurum ve her birey için kaçınılmaz olan değişimden kaçmak yerine yeni bir ihyâ projesi üretmek ve zamanın terbiyegerdesine uygun bir dil meydana getirilmelidir. İslam’ın sesi olmuş/olmaya aday olan tüm birey ve birey topluluklarının zamanın şartlarına uygun bir ihyâ gerçekleştirmesi gerekmektedir. Bu ihyâ, köklerinden kopma olarak değil; köklere bağlı kalmaya engel olan çağdaş engellerin kaldırılmasıyla köklerine daha sağlam bir şekilde bağlanma olarak algılanmalıdır.
İhyâ projesinde yardımcı vazifesini gören kitle iletişim araçları da zamanın şartlarına göre ihyâ edilmeli ve eski sözler te’sirini yitirmişse yarınlarımıza dair ümit va’d eden yeni sözler söylenmelidir. Bu vesile ile yeni bir heyecan yakalama adına değişim sürecine girmiş olan Söz&Kalem Dergisi’nin de yaptığı bu değişim hamlesinde muvaffak olmasını arzu ediyorum.
Söz&Kalem - Serdar AYHAN