Saat gece 02.00 sıralarıydı… Çantamı toplamış arkadaşımın beni almasını beklerken havalimanı için saat hesaplaması yapıyordum. Sabah 05.00’de olan uçuşumuz için Sabiha Gökçen Havalimanı’na gidecektik. Bu seferki yolculuğumuz çok ani gelişmiş, her şey birden oluvermişti. Farklıydı, hepsinden farklı. Bu sefer üstümüzde ne bir kampçı ne de bir gezgin sıfatı vardı. Bir süre düşündüm doğru tanımlamayı yapmak için. Sanırım buldum, elçiydik. Okuduğumuz tıp fakültesinin hakkını O’na ve kullarına hizmet ederek vermeye çalışan bir sağlık elçisiydik. Şifanın yalnız O’ndan geleceğine, bizim sadece bu işe elçi olabileceğimiz kararlılığı ve inancıyla çıkmıştık bu yola. Karınca misali bu yangına gücümüz nispetince su dökmek için. Yol arkadaşım kapıda beklerken son bir defa pasaportumu alıp almadığımı kontrol ediyorum. Heyecandan olacak ki çantada durduğu yerden bir hışımla çıkardığım pasaportu elime alıp taksiye biniyorum. Kısa bir sürede Taksim’de bulunan Sabiha Gökçen Havalimanı otobüs duraklarına varıyoruz. Hızlıca bindiğimiz otobüste cam kenarına geçip çekilmiş perdeyi aralıyorum. Tekerleklerin dönmesiyle yolda olduğumuzun farkına varmış, dalgınlığımdan sıyrılma gayreti içine girmiştim. Ama ayın yol boyunca otobüse eşlik edişi beni benden uzaklaştırıyor, sanki farklı bir âleme belki de farklı bir bedene götürüyor gibiydi. Hüznün her tonunu belki de aşkın her tonunu temsil ediyordu, benim gördüğüm ay. Bir ses:
-Murat elindeki pasaportu çantaya koymayı düşünmüyor musun?
Elimdekine bakarken başımı kaldırıp dostumun suratına hafif bir tebessüm ettim.
-Ne garip değil mi? Bir kâğıt parçasıydı, bizi bizden ayıran. Üstelik bu kâğıt parçasını biz seçmedik. Bu yapay sınırları biz çizmedik. Ümmet coğrafyasının kalbine hançer gibi saplanan emperyalistler tarafından çizilmiş sınırlara uymak durumunda kalıyoruz. Bizler için ne acı bir durum değil mi?
-Haklısın. Sanırım bunun ilk şartı Müslümanların zihinlerinde olan sınırları kaldırmak olmalı. Bütün İslam karşıtları Müslümanlar karşısında yekvücut olabiliyorken biz hâlâ minik fıkhi meselelerde boğuşuyor, ayrışıyoruz. Bizi tek yapan o kadar 1’lerimiz varken biz farklı olanı dile getiriyor, gündem yapıyoruz. Rabbim Müslümanlara selamet versin.
İçimden geçen ‘âmin’ lafzının dilimde ikrar olmasıyla kısa bir sessizlik kaplıyor yolculuğumuzu. Otobüsün park yerine yanaşmasıyla çantalarımızı alıyor ve kontrol noktasından geçmek için adımlarımızı hızlandırıyoruz. Gişelere uğramadan seyyar makinalardan biletlerimizi alıp kapıya doğru hareket ederken bir yandan da gözlerimiz ekibin geri kalanını arıyor. Sağlık Bakanlığı ve Tuzla Belediyesi’nden meslek büyüklerimizin eşliğinde uçaktaki yerimizi almıştık. Turgut hocamızla yan yana gelmiş, gökyüzünde tanışma şerefine kavuşmuştuk. J Turgut hocanın meslektaşımız olması hasebiyle sohbet koyulaşmış, işin ucu üniversite yıllarına kadar gitmişti. Kendisinin göz alanında uzmanlık yaptıktan sonra böyle bir yola, bir arkadaşı vasıtasıyla girdiğini öğrenmiş olduk. Daha önce Afrika’da da gönüllü doktorluk yapan Turgut hoca, bir yandan tecrübelerini aktarıyor, öte yandan bu kadar kıymetli bir işe daha fakültede iken nasıl bulaştığımızı sorguluyordu. İyilik nasip işidir, hocam. Nasibinde olanı gelip bulur, sözlerimizden sonra tebessüm ile kapatılıyor konu. ‘Uçak park yerine ulaşmadan lütfen emniyet kemerlerinizi çıkarmayın’ anonsları yankılanırken yolcuların neredeyse hepsi ayaklanmış eşyalarını baş üstü dolaplarından almışlardı bile. Hatay Havalimanı’na iniş yaptığımızı bir an unutarak olanlar karşısında hayrete düşüyoruz. Neyse ki çok geçmeden hatırlatır çok şey yaşıyoruz. J
Hatay Havalimanı, Amik Ovası’na kurulduğu için çoğu zaman yağmur sularına teslim olan bir yer. Seyahatimizde de çok farklı bir tablo ile karşılaşmadık, sağanak yağışla beraber sel suları havalimanı etrafındaki ev boylarını aşmıştı. Yolun ovadan yüksek olması sebebiyle adeta gölün üzerine yapıldığı izlenimini veren yolda aracımız ilerliyor, sapaktan dönünce karşımıza meşhur Amanos’ları alıyorduk. Karşılamaya gelenlerle hâl hatır sorma fasılları tam bitti derken aracımızın sağa yanaşmasıyla ilk durağımız olan Kırıkhan ilçesine varmıştık bile.
Yöresel lezzetler ile donatılmış mükellef bir sofrada kahvaltı bizi bekliyordu sanırım. Mekânın da yöresel bir mimari ile yapılmış olması içeriye farklı bir anlam katmıştı. Tanışma faslı ve kahvaltı bitmiş, yavaştan ayaklanmalar başlamıştı. Dışardaki hareketlilikten araçların hazırlandığı anlaşılıyordu. Çok geçmeden araçlardaki yerimizi alıp yola koyulduk, ‘gidersen yol olur’ kaidesi gereği.
Askeri sevkiyatların yapıldığı kapılar diğer sınır kapılarından farklı olarak açılmıştı. Bunlardan birisi de Kırıkhan’da bulunan kapıydı. Kapıya gelmiş, kontrol için araçlardan inmiştik. Pasaport gerektirmeyen bir kapıydı burası. İsimlerimiz önceden Sağlık Bakanlığı vasıtasıyla bildirilmiş olup, kimlik kontrollerimiz yapılıp üniversitelerdeki yoklama kâğıdı gibi bir kâğıdın ‘Giriş’ kısmına tarihle birlikte imzamızı attık.
Birkaç metre sonra sınırı geçmiş, kanunen farklı bir ülkenin sınırları içindeydik. Fakat bu sefer farklı bir durum vardı; karşımızda geçtiğimiz ülkeye dair bir şey kalmamıştı. Birkaç gündür yağan yağmurla beraber asfalt olmayan yollar çukurlaşmış, hatta bataklık olan yerler de oluşmuştu. Arazi aracı olmadan buralardan geçmek imkânsızdı. Az ilerlediğimizde yolun iki tarafını kaplayan zeytin ağaçları eşliğinde yolumuza devam ediyorduk.
İlk durağımız Raco. Yol boyunca askeri kontrol noktalarıyla karşılaştık. Türkiye plakası olması hasebiyle kontrol noktalarında durdurulmadık fakat şehre yakın bir yerdeki kontrol noktasında durdurulmamız güvenliğimiz için bize eşlik edenlerin sinirlerini bozmuştu. Arapça konuşmalar geçti yüksek sesle aralarında, konuşmalar bitince sert bir şekilde çarpan kapının sesiyle yolumuza devam ettik. ‘Kusura bakmayın bazen böyle densizlikler ediyorlar.’ diye özür dilemeye çalıştı, yarı sinirli yarı mahcubiyetle. Programa göre gideceğimiz yer; Raco’nun bir ilkokulu. Öğrencilerin durumu önceden tespit edilmiş, kara kış bastırmadan giyecek yardımı yapılması planlanmıştı. Yoldan birini alarak yola devam ediyoruz. Hemen ardından bir araç daha ekleniyor konvoya. Sonradan ÖSO komutanı olduğunu öğrendiğimiz adam program boyunca bize eşlik ediyor, bir grup milisiyle. Aracın son sapağı geçmesiyle okul diye karşımıza çıkan yer içimizi burkmakla beraber içerdeki tablonun vahameti üzülmek için erken davrandığımızı gösteriyor. Mont ve botlarımızla üşüyorken, yalın ayak okullarda kolsuz tişörtlerle ders gören çocukları görüyoruz. İçeri girmemizle ağlamaya başlayan çocukları öğretmenlerinin telkinleri sakinleştiriyor. Bize eşlik eden milisleri görünce korkudan ağlamışlar meğer. Savaşın çocuklar üzerinde bıraktığı etki, yolda gelirken harabeye dönmüş delik deşik olmuş evlerde oluşan tahribattan daha fazla sanırım. Türkiye’den geldiğimizi öğrenince yüzlerinde buruk bir tebessümün yanında kocaman bir heyecan oluşuyor gözlerinde.
Turgut hocanın ‘selamun aleykum’ demesiyle esenlik sağlanmış, dost olduğumuz ilan edilmişti. Minik çocukların dudaklarından dökülen ‘aleyküm selam’ nidası hâlen kulaklarımda çınlıyor. Bir yandan araçlardaki giyecekler indiriliyor öte yandan sınıfta çocuklar ile keyifli muhabbetler dönüyordu. Çocuklardan birkaçının sırayla tahtaya çıkıp ezberledikleri sureleri okumalarıyla ortamımızı huzur kaplamıştı. Günahsız ağızlardan dökülen ayetlerin tesiri midir yoksa yol boyunca gördüğümüz manzaranın bizde iz bırakmasından mıdır bilemiyorum ama her rekâtta okuduğumuz Fatiha Suresi bile okunurken ruh halimiz değişmişti. Çocuklara uygun ebatta mont, bot, kışlık çorap, eldiven, atkı ve çanta hediye edilirken Muhammed ile tanışıyoruz. Savaşın çocuğu; Muhammed. Muhammed, Raco’da yaşayan Kürt bir ailenin çocuğu olması hasebiyle Kürtçe konuşarak anlaşabiliyoruz. Yüzündeki masumluk ve gözlerinde umut dolu bakışları unutmam mümkün değil sanırım. Dalmış, Muhammed’in konuşmasını dinlerken ilerde doktor olmak istediğini ekleyince içim kıpır kıpır olmuştu. Savaşın ortasında dahi hayalleri olan çocuklar, bana geleceğe dair ümit vermişti. Giydiği montun sevinciyle montun şapkasını bile tam nizami takmış sırasına oturmuşken, objektiflere sevinci yansıyordu. Şükür ettik, elçi kılındığımız şeye.
Gün kararmadan sınır ötesini terk etmemiz gerektiği için öğlene kadar durduğumuz Raco’dan hareket etmek için yola koyulurken, mahalle ahalisinin ileri gelenlerinden birinin bizi yemeğe davet ettiğini ve sofra kurduklarını öğreniyoruz. Daveti geri çevirmeyip öğle yemeğini Suriye’ye özgü lezzetlerin olduğu sofrada yiyoruz. Yılan balığının yanında kara balık diye niteledikleri fırınlanmış balıklar da sofrada yerini alıyor. Gördüklerimizin iştahımızı kapatmasından mıdır bilinmez ama tuzlu ayran dışında bir şeye dokunmadığımı söyleyebilirim. Ahaliye teşekkür edip, yolumuza devam ediyoruz. Sırada ismini sıkça duyduğunuz ve kuşatmasının uzun sürmesinden dolayı tahribatın büyük olduğu Afrin var.
Afrin’in girişine yaklaşırken girişteki demir bloklar ile güvenlik noktaları kurulmuş az ilerde bir bina tamamen Türkiye’den gelen askerlerin karargâhı halini almıştı. Detaylı aramalar ve sorgulamalar yapıldığı için girişte uzun bir kuyruk oluşurken hepsini pas geçip şehre giriyoruz. Şehrin ana caddesinde araçlarımız ilerlerken etrafta olan villalar dikkatimizi çekiyor ve ‘Burada evler ne kadardı savaştan önce?’ sorusu soruluyor. 1.5-2 milyon arasındaki fiyatlardan bahsedilince şaşkınlığımız katlanıyor. Şimdi siz diyorsunuz ki ‘Bodrum’dan ev alırım o fiyata çöle niye para vereyim bu kadar’ değil mi? Yani o kadar para verilmez buralara diyoruz. Peki, bu kadar paranın kaynağı ne diye sormadan duramıyoruz. Fakat unuttuğumuz bir şey var; zeytin ağaçları. Zeytin ağaçlarından iyi gelir elde eden köylüler şehirde bu villaları alıp sınıf atlıyormuş, tabirlerine göre. İlginç bir şey daha öğreniyoruz; burada üretilen zeytinyağını Fransızlar özel olarak satın alıyormuş. Hayretlerimiz eşliğinde şehirdeki ilk durağımız olan Baybars Türkmen Tugayı’na giriyoruz. Namaz kılıp biraz dinlendikten sonra çok geçmeden Afrin’de geçici olarak kullanılan hastane yerine daha büyük ve kapsamlı bir hastane yapılması için tespit edilen yere gidiyoruz. Hastane yerini uygun bulan yetkililer, 8 ay içinde hastane bitirme sözü bile verdi. 2 ay önce 8. ay doldu ve hastane tamamen hizmette idi. Geçici olarak kullanılan hastaneye gidiyoruz ve “kalaazar” diye tabir edilen halk arasında “Şark çıbanı-Halep çıbanı” olarak da bilinen hastalığın tedavisi için gelmiş ve kuyruk oluşturmuş bir topluluk görüyoruz. Aşıların maliyetinin yüksek olması sebebiyle sadece Fransa ve Hindistan’da özel olarak üretilen iğneler ile tedaviye başlıyor, elçi olmaya çalışıyoruz. Basit fakat doku kaybıyla ölümcül hale bile gelebilen bir hastalığın tedavisini yapmanın verdiği mutlulukla günümüz sürerken günün geri kalanında neler yaşayacağımızı aklımızın ucundan bile geçirmemiştik. Günün geri kalan kısmı için sizleri gelecek ay aynı yerde bekliyor olacağım…
Söz&Kalem – Murat Çöklü