Arkeolojiden antropolojiye, filolojiden sosyolojiye multidisipliner bir sahanın ilgi alanına giren dinler tarihi; din, tanrı ve kutsala ilişkin mevcut bulguların ve olguların geniş bir çerçevede incelenmesi ve bunların yorumlanmasını da içine alan bir sosyal bilim dalıdır. Geniş ölçüde yoruma dayalı olması sebebiyle mezkur kavramlar hakkında üzerinde ittifak edilmiş yekpare bir görüş ortaya konulamamış, aksine birbirinden çok farklı varsayım ve teorilerle bahsi geçen bulgu ve olgular, araştırmacıların subjektif yorumlarla ortaya koyduğu tartışmaya açık teoriler olarak kalmıştır. Fakat tüm bunların yanında birbirinden gerek coğrafi gerekse düşünsel anlamda uzak olan hemen hemen tüm kadim toplumlarda “ortak kavram ve değerlerin” bulunması, bu kavram ve değerlerin “Din, insanın korkusu, çıkarı, onmasızlığı üzerine kurulmuştur” tarzında basite indirgenmiş bir tespitle açıklanamaz.
Darwinizmin ağır baskısı ile insanı mutlaka farklı bir canlıdan evrimleşmiş; ilkel devirlerde, tabiat olaylarından, ruhlardan korkan hayvan-insan arası, henüz zihnen gelişmemiş bir yaratık türü görme eğiliminde olan veya böyle görmek isteyen zihniyet, pozitivist bilim anlayışı gereği, kutsalı alternatif bir izah olarak ele alınmaktan dahi mahrum bırakmış ve buna ilişkin izahlar bilimdışı, mantıksız gibi etiketlerle damgalanıp daha en baştan safdışı edilmiştir. Hâlbuki ünlü Dinler Tarihçisi Merhum Ali Sami Neşşar’ın da işaret ettiği gibi ilahi olanla ilişkili izahlar göz önüne alınmadığından mevcut verileri yorumlamada yapbozun birçok parçası eksik kalmaktadır.
Meselenin daha net anlaşılması bakımından tanrı, kurban, ibadet vs. gibi tüm kadim toplumlarda görülen ortak değerlerden ziyade daha somut bir veri olan “Tufan” anlatısı üzerinden gidelim. Hint, Çin, Japon, Yunan, Sümer, Babil dinlerinden Maya, Peru, Aztek kültürlerine; Güney Amerika Kabile İnançlarından Afrika ve Okyanusya kabile dinlerine değin birbirinden coğrafi olarak çok uzakta bulunan toplumlarda kimi zaman efsaneyle karışık farklı formlarda da olsa “tufan, gemi, gazap, kurtarıcı” gibi ortak anlatıların kökenini ticaret veya başka yollarla gelen etkileşimlerin bir sonucu kabul etmek aklın sınırlarını zorlayacak bir yorum olur. Zira Polinezya Mikronezya gibi ulaşımı günümüzde dahi zor olan, balta girmemiş adalarda yaşayan yerlilerin inançlarında bahsi geçen ortak ögelerin bulunması, bu tarz bir olasılığı makuliyet sınırları içerisinde değerlendirmemize engel olmaktadır. Böylesine dağınık, asırların ve coğrafyaların birbirinden ayırdığı ve aralarına uçsuz bucaksız okyanus ve denizlerin girdiği onbinlerce kilometre uzaklıktaki onlarca toplum ve kültürde bulunan “ortak hafızayı” beşeri etkileşime bağlamanın makul olmadığının farkedilmesinden olsa gerek, birçok bilim adamı tek bir tufan olayını imkânsız görmekte ve “birden fazla tufan olayının vukuu bulduğu fikrini” savunmaktadır. Büyük çapta bir sel baskının coğrafi olarak elverişli olmadığı toplumlarda dahi tufan anlatısının bulunması mevzubahis tezin açmazlarından olsa da bir anlığına böyle bir varsayımda bulunsak dahi yine de birtakım soruların cevabı muallakta kalmaktadır. Zira bahsi geçen toplumlarda ortak olan tek ögenin tufanla sınırlı olmaması, aksine felaketi önceden haber veren bir uyarıcı, bir kurtulma aracı, tufanın sebebi gibi, “birden çok tufan teorisiyle dahi açıklanamayacak ortak anlatıların bulunması, bizi mevcut anlatıların benzer tecrübelere dayanması gibi zayıf, aklın sınırlarını zorlayan ve temellendirilebilir olmaktan uzak bir sonuca değil, çok daha farklı ve tutarlı bir sebep aramaya sevk etmektedir. Çünkü hafızlarda iz bırakacak kadar büyük çaplı sel baskınlarının, toplumların din gelenek ve efsanelerine yansıması bir noktaya kadar anlaşılabilir ise de, uyarıcı, kurtarıcı, gemi ve gazap gibi ögelerin de istisnasız aynı anlatılarda yer alması tüm bunların benzer tecrübelerin bir sonucu olarak görülemeyecek kadar komplike bir durumun sonucu olduğunu gösteriyor. Yani burada garip olan şey, toplumların sel baskını şeklinde yaşadığı benzer tecrübenin, dinlere, efsanelere ve inançlara sadece tufan anlatısı şeklinde yansıması değil, semavi dinlerde tufanın tamamlayıcı unsurları olan kurtarıcı, gemi ve toplu gazap gibi ortak ögelerin de bulunmasıdır. Bunun nedeninin sadece ortak tecrübelere veya beşeri etkileşimlere dayandırılmasının tatmin edici olmadığını anlayabilmek için tufan olayının izine rastladığımız toplumları görmek dahi yeterlidir.
Sümer, Hind, Çin, Türk, Japon, İran, Slav, Güney Asya, Doğu Asya dinlerinde;
Eski Yunan, Litvan, İskandinav, Bask, Galler, Çingene, Lapon inançlarında; Eski Mısır, Babil, Asur, İlkel Afrika kabile inançlarında; Aztek, Maya, Peru, Nikaraola, Chipcia, Güney Amerika, Orta Amerika, Kuzey Amerika kabile dinlerinde; Malenezya, Polinezya, Mikronezya, Avustralya, Yeni Gine kabile dinlerinde… Bir an için dünya haritasını gözümüzün önüne getirelim ve günümüzde dahi ulaşım ve etkileşimi zor olan bu toplumların binlerce yıllık inançlarında Nuh Tufanının semavi dinlerin anlatılarıyla örtüşecek şekilde yer almasını salt beşeri etkileşime bağlamanın ne derece makul olacağını düşünelim. Kaldı ki büyük medeniyetlerin birbirleriyle bir şekilde iletişim kurmuş olabileceğini bir noktaya kadar imkan dâhilinde kabul etsek de, birçok Afrikalı yerli kabilenin, Okyanusya ve Amerika yerlilelerinin de inançlarında yer bulmasını nasıl açıklayacağız? İşte tüm bu veriler pozitivist bir bilim anlayışıyla ele alındığından, ortaya makuliyet sınırlarını aşan tutarsız yorumlar çıkmaktadır.
Peki, o zaman bu açmazları çözecek tutarlı çözüm ne olabilir? Başka bir deyişle nasıl bir izah getirilirse hem eldeki verilerin yorumu makul bir zemine oturur hem de açmazlarla dolu teoriler yerine daha tutarlı bir çözüm ortaya konulabilir? Ridley Scott’un ‘Prometeus’ filmini izlediyseniz eğer buna benzer bir kurguyla karşılaşırsınız. On binlerce yıllık zaman dilimlerinin birbirinden ayırdığı kadim toplumlardan kalma birçok mağarada keşfedilen olağandışı ortak çizimlerin doğal etkileşimle sağlanamayacağına kesin kanaat getiren bir grup bilim adamının bu ortak çizimlerin, adına “tasarımcı” dedikleri kaynağını keşfetmeye yönelik çıktıkları macerayı anlatıyor. Aslında biraz düşünüldüğünde, asırların ve coğrafyaların ayırdığı tüm toplumlarda ortak tufan anlatısının da buna benzer bir durum arzettiğini fark etmek güç olmasa gerek. Tek farkla ki ilki bir senaristin kaleminden çıkmış bir bilim kurgu hikâyesiyken, diğeri insanlık tarihinin en kadim toplumlarının binlerce yıldır anlatılagelen ortak hafızasıdır…
Tüm bunları bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, bilimsel yöntemin yegane ölçütünü natüralizm olarak belirleyen “bilgi anlayışını” sosyal bilimlere de uygulayan sosyal bilimler metodolojisinin –beraberinde getirdiği pek çok sorundan sarf-ı nazar- bu konu özelinde bize sunduğu çözümün tutarlılık ve mantık yönünden kabul edilebilirlik sorunu açıkça ortaya çıkmaktadır. Geriye ise yegane alternatif çözüm olarak kutsalı ve bu âlem haricinden gelen bir müdahalenin olabilecek en iyi açıklamayı sunduğu realitesini kabul etme zorunluluğu doğmakta ve anlaşılmaktadır ki tufan olayı, yıkıcı bir doğal afetin kültürlere yansımış kültürlerarası bir etkileşimin tezahürü değil “Biz her topluluğa bir haber verici gönderdik” (Nahl 36) ayetine doğrudan kanıt olan ilahi ve doğal bir olgudur.
Söz&Kalem - Asım Kaya