Söz&Kalem Dergisi - Murtaza Ahmed
Hamd kullarını gönderdiği vahiy ile muhatap alan, onları yeryüzünde halife kılarak varlık âleminin en değerli konumuna yükselten âlemlerin Rabbi Allah-u Teâla’ya, selam içimizden seçilen, sıkıntıya düşmemiz kendisine çok ağır gelen, bize düşkün ve Mü’minlere karşı çok merhametli ve şefkatli olan Rasulullah’a (s.a.v), O’nun (s.a.v) ashabına ve son nefesine kadar O’nun (s.a.v) yolunun takipçisi olacak Mü’minlere olsun.
Gecenin karanlığının iyice çöktüğü bir bahar akşamı sokağın sessizliğini ayak seslerimiz bozarken bir yandan da yanımdaki arkadaşım ile nereli olduğum hakkında tartışıyorduk. Konunun uzaması bir yana konunun bir yere varmayacak olması da canımı sıkmaya başlamıştı. Ve konuyu bitirecek ışıltılı sözleri bulmuştum “Kişi ne doğduğu yerlidir ne de doyduğu. Ancak kişi kendini değerli hissettiği yerlidir.”
Belki insanın nereli olduğu problemi kurmuş olduğum bir iki cümle ile sonlanmayacaktır. Muhakkak birileri tekrardan “Baban nereli ise sen de oralısındır” diyecektir. Bir başkası da “Sen nerede doğduysan oralısındır” diyerek anti-tez oluşturacaktır. Ama bu meseleden daha önemli olan bir konuya parmak basma gayesinde sarf edilmişti bu cümleler. İnsanın kendini değerli hissetmesi ve bu bağlamda oluşturulacak davet mefhumunun başarısı üzerine kafa yormaya sebep verebilir.
İnsana ilk değer veren Rabbidir. Onu insan olarak yaratması verilebilecek en büyük değerlerden bir tanesidir hiç şüphesiz. Akıl, şuur, eylem gücü ile donatılan bir potansiyele sahip olmak nereden bakarsak bakalım muhteşem bir değerdir. Bunlara ek olarak insanı muhatap olarak kabul edip ona vahiy ile hitap etmesi verilen değerlerin en üstünüdür. İnsanı yaratan Rabbi bir de onu kale alıyor. Ne mükemmel bir değer. Yaratılmışlar içerisinde bir nokta hükmünde dahi olmayan insan, vahiy ile her şeyin kendisi için yaratılmış olduğunun ve kendisinin eşrefi mahlukat olduğunun idrakine varıyor. Sahi, hangi beşerî nizam veya ideoloji insana bundan daha fazla değer verebileceği iddiasında? İnsanları sadece tüketici olarak gören, onları sömürme adına reklamlar oluşturan, alış-veriş adına toplumları mankurtlaştıran kapitalizm mi yoksa insanın manevi yönünü reddeden, toplumu işçi sınıfından başka bir statüye koyamayan, insanlık tarihinde kanlı bir leke olarak kalan komünizm mi? Tabi ki de hiçbir ideoloji İslam’ın insana vermiş olduğu değerin bir benzerini hatta bir kısmını dahi sunamıyor. İslam’ın insana vermiş olduğu değer hem Kapitalizm’in hem de Komünizm’in ufkunun çok ötesinde.
Vermiş olduğu değer ve sunmuş olduğu hayat standardı açısından ayakları her türlü beşerî ideolojiden kat be kat daha fazla yere basan İslam’ın neden bu basit fikirler kadar insanımızın zihin dünyasında yer edinemediğini anlamaya çalıştığımda karşıma çıkan olgu verilen değeri hissettirememek olur. Evet, davetçiler İslam’ın insana vermiş olduğu değeri tam manası ile davette bulunduğu kişilere hissettirememektedirler. Hani yeni yeni iman etmiş olmasına rağmen Rasulullah’ın (s.a.v) kendisine verdiği değeri gören Amr B. As (r.a) Rasulullah’ın (s.a.v) en sevdiği kişinin kendisi olduğu düşüncesine kapılarak “Ya Rasulullah (s.a.v) en sevdiğin kişi kimdir?” sorusunda bir türlü kendisinin ismini söylenmeyince “Herhalde sıra bana gelmeyecek” düşüncesi ile soru sormaktan vaz geçmiştir. Bu nasıl bir ilgi, bu nasıl bir alaka, bu nasıl bir muhabbettir ki kişiye kendisini bu kadar sevildiğini hissettirmiş. İşte Rasulullah (s.a.v) göstermiş olduğu bu değer onun davetini başarılı kılan ve Ebu Bekr (r.a), Ömer (r.a) ve Ali (r.a) gibi güzide sahabelerin yetişmesine sebep olan unsurdur.
Bulunduğu ortamda kendini değerli hissetmeyen insan, bulunduğu ortamı terk etme eğilimi taşır. Her ne kadar sunulan olgu İslam gibi bir hazine olsa da Rasulullah’ın (s.a.v) göstermiş olduğu sıcaklığı, samimiyeti ve kendini değerli hissettirmeyi sağlayamayan davetçi dünyevi olarak boşa kürek sallamış olacaktır. Ümeyye B. Halef’in sıradan kölesi gözü ile bakılan Bilal’i (r.a) Kabe’nin üzerine çıkarttığı için vefatından sonra Bilal (r.a) üzüntüden bir daha ezan okuyamayacak duruma gelmiştir. Bugünün Bilallerine Kabe’nin üzerine çıkabilecek kadar değerli olduklarını hissettiremeyen bir davet dili istediği kadar Ümeyye’nin zalim bir kan emici olduğunu anlatsın yine de başarılı olması beklenemez. Hüzün yılı ile yalnız hisseden ve bir umut ile gittiği Taif’de çocuklar ve deliler tarafından taşlanan Rasulullah’a (s.a.v) ne kadar değerli olduğunu gösterircesine O’nu (s.a.v) meleklerin dahi giremediği Sideretü’l Müntehaya yükselten Allah-u Teala’nın dinine insanları davet ederken Allah’ın onlara vermiş olduğu değeri göstermemiz gerekmektedir.
Değer verme olgusu her aklıma geldiğinde hayat tecrübem bana Tih Çölü ve Hz. Musa’yı (a.s) hatırlatıyor. Kur’an’da ismi en fazla geçen, kurtarmaya geldiği kavmi tarafında defalarca yarı yolda bırakılan Hz. Musa (a.s) Tih Çölü’nün o değersiz ve anlamsız hissettiren insanlarından uzaklaşır ve Sina Dağı’nda Rabbi ile muhatap olur. Hak ettiği değeri Rabbinden gören Hz. Musa (a.s) ardından Tih Çölü’ne iner ve davetine devam eder. Psikolojilerinde Tih Çölü’nü yaşayan davet muhataplarına, İslam’ın insana vermiş olduğu değer ile muamele ederek İslam’ı kabullendirebiliriz. Bu olmadığı takdirde Tih Çölü’nün seraplarına kapılan kişi bizi unutup gidecektir. Selam vermenin, tebessüm etmenin, derdi ile dertlenmenin bırakacağı değerli olduğu hissi saatlerce anlatacağımız nasihatlerden daha fazla tesir edecektir. Bayramda, taziyede, hastalık durumunda yapılacak bir ziyaret veya açılacak bir telefon uzun uzadıya söylenecek teorik bilgilerden daha kalıcı olacaktır zihin dünyasında.
İnsanları Tih Çölü’nün seraplarından kurtararak Sina Dağı’nda anlatılan hakikatler ile buluşturmak için Hz. Musa’nın (a.s) Tih Çölü’nde görmediği ama Sina Dağı’nda Rabbi ile baş başa kalarak “Seni kendim için seçtim” vahyi ile doruklara çıkan değerli olduğu hissini aktarmaya çalışmamız gerekiyor.
Eşrefi mahlûkat olarak yaratılıp vahye muhatap olan insana hak ettiği değeri veren Rabbine kul olma gayesinde olanlara selam olsun.