Söz&Kalem Dergisi - Murat Çöklü
Uzun bir aradan sonra tam kalemin kurudu derken tekrardan yazdırana hamdolsun. Aradan geçen vakit beni tıp fakültesinin son senesine taşımış ve Erasmus ile geldiğim Almanya’da Avrupa’ya dair izlenimlerimi aktarma fırsatı elde etmiştim. Bu yazıyı kaleme alırken Avrupa’daki beş ayım neredeyse dolmak üzereydi. Türkiye’den bir dış göz olarak Avrupa’ya bu pencereden bakma imkânı yakalamıştım.
Yazı serimde de sıkça bahsedeceğim tren yolculuklarımın birinde, cama çiselemiş yağmurun trenin hızıyla beraber yatay bir akışa dönüştüğü bir pencereden dışarı bakarken yazıyorum bu yazıyı.
Açıkçası serimin ilk yazısında hemen hemen herkesin yaptığı gibi Avrupa’ya methiyeler dizerek başlamayı düşünmüyorum.
Bugün sizleri yakın zamanda ziyaret ettiğim Weimar’a götürmek istiyorum. Gecesinde yoğun bir kar yağışının olduğu bir günün sabahında kahvaltımızı yaptıktan sonra yaklaşık 2 saat uzaklıktaki Weimar’a doğru yola çıkmıştık. Yol boyunca toprak gelinliğini giymiş ve bizleri selamlıyordu. Nihayet Weimar tabelasını görüp otobandan yan yola sapıyoruz. Orman yollarından yolumuza devam edip az geçmeden Thüringen eyaletine bağlı Weimar’da ikinci dünya savaşından kalma bir toplama kampına giriş yapıyoruz.
Girişte bizi ‘Jedem das Seine’ yani ‘herkes hak ettiğini bulur’ yazılı bir kapı selamlıyor. Kapıdan içeri girdiğimizde etrafı elektrikli tel örgülerle çevrili kocaman bir avlu bizi karşılıyor. Girişteki bilgi tabelasında kampın 1937 yılında açılıp 1945 yılında kapatıldığı fakat 1950 yılına kadar Sovyetler Birliği tarafından toplama kampı olarak kullanıldığı not düşülüyor. Buchenwald adıyla da bilinen bu toplama kampı Yahudilerin, Polonyalıların, Slavların, zihinsel engelli hastaların, fiziksel engellilerin, siyasilerin ve daha bir çok kategorinin barındığı (!) bir yer konumundaymış. Burası 56.000 İnsanın katledildiği: Weimar Buchenwald Kampı.
Girişten ilerlerken sağlı sollu mezar taşına benzer taşların olduğu bir alandan geçiyoruz. Üzerini kar kaplasa bile taşlar net bir şekilde sınırları belirlemiş durumda. Ziyaretimizde bize eşlik eden abimizin anlattığına göre önceki ziyaretlerini ilkbahar ve yaz mevsimlerinde yapınca topraktan hala yanık ceset kokusunun geldiğini söylemesi bizi ilerde duran kocaman binaya götüren ayaklarımızı hızlandırdı. Buranın hikâyesiyle birlikte birçok sorunun cevabını bulabileceğimiz binaya doğru karlı ve kararlı adımlarla ilerliyoruz.
Ayaklarımızdaki karları temizleyip içeri geçerken zamanında burada bu katliamlara imza atanların ayaklarını nasıl temizlediğini düşünüyorum. Hemen içerde sol tarafta bizleri büyük bir yatay sinevizyon karşılıyor. Weimar’daki Buchenwald kampının tarihi ve işlenen cürümler tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor. Açıkçası böyle bir şey ile karşılaşacağımı tahmin etmiyordum. Türkiye’den alışık olduğumuz şekilde bir kılıfa uydurarak tarihlerine sahip çıkacaklarını düşünüyordum. Fakat gördüklerim bunun böyle olmadığının fragmanı gibiydi. Yine de aklımda ‘acaba bu gösterimi yapılan şeyler onlar için övünç kaynağı mıydı?’ sorusu yankılanıyordu. Hemen sağ taraftaki merdivenlerden yukarı doğru çıkarken eski sistem demir boru kaloriferler bizlere eşlik ediyordu. Üst katta sergilenmiş onlarca doküman, mektup, gazete küpürü bizleri karşılarken hiç şüphesiz en çok göze çarpan fotoğraflar olmuştu. Eminim ki fotoğraflar çok şey anlatıyordu. Salonun sonunda duran piyano bu katliamların keyifli bir melodi eşliğinde yapılmış olabileceğini düşündürdü. Piyanoyu geçince gördüğüm metal yemek kapları karşısında hayrete düştüm. Beni hayrete düşüren o kaplarda yemek yemiş olmaları değildi elbette. Yemek için verilen bu kaplarda hem yemek (!) veriliyor hem de özür dileyerek ifade ediyorum ki dışkılarını da bu kaplara yapmak zorunda kalıyorlarmış. Metinlerden de anladığımız kadarıyla askerler, esirleri sadece ölmeyecekleri miktarda verilen yemeklerle besliyor hatta ve hatta özellikle kilo vermeleri için çaba sarf ediyorlarmış. Sonrasında gördüklerim bu çabanın özel olduğunu açıklar vaziyetteydi.
Binanın üst katında da farklı bir manzarayla karşılaşmaz iken gezdiğimiz diğer bölümler ve koğuşlar sebebin gerekçesi gibiydi. Ayakkabı rafları gibi yapılan ranzalar (!) bir insanın hiç hareket etmeden yer kaplayabileceği şekilde dizayn edilmişti. Ayrıca sonrasında gördüklerimiz bu boyutun standart olduğunun göstergesiydi. Ne mi gördük? Ölüm fırınları…
Aç ve susuz bırakarak standart boyutlara getirdikleri insanları içine sığdırdıkları ölüm fırınları denilen bu fırınlarda yukarda bahsettiğim ırklar ve kategorideki insanlar, insanlıkla beraber yakılmış durumda. Irksal hastalıkları her ne kadar anlamasak bile kendi ırkından olanları da zihinsel engelli veya bedensel engelli diye doktorlar tarafından muayene ettirdikten sonra yakmayı ve imha etmeyi hiç ve hiç anlamayacağız. Sundukları gerekçe ise en sağlam ırkın Alman ırkı olması arzusuydu. Bu arzu binlerin fermanı olmuştu. Ama bu ölüm sıradan bir ölüm değildi, cellatlarının en kirli yüzleriyle süslenmişti.
Arka bahçesine indiğimizde ölümün başka yüzüyle tanışmıştık. Haydi, banyo yapmaya götürüyoruz diye götürdükleri çocuk ve yaşlıları doldurdukları odalar gördük. Kapı kapandıktan sonra sadece bir borunun geçebileceği kadar bir büyüklükte delikle dışarıya açılan bu odalara hiç şüphesiz kamyon egzozlarından hortumlanan duman veriliyor ve bu insanlar boğularak ölüyordu. Hangisi daha vahşice ölüm diye kendi kafamızda sıralama yapamıyor iken diğer tarafta bir haftadan fazla aç bekletilen bir köpek ve insanın salındığı bahçeyi gördüğümüzde zihnimizde bir sıralama canlanmıştı. Bu insanlara bu vahşeti yaptıran sadece bir ırka duydukları kinin ötesinde bambaşka bir şeydi. Psikoloji ilminde buna ne derler bilmiyorum ama zihinlerinin hastalıklı olduğunu görmemek imkansızdı. Ama bütün bunların ötesinde zihnimi kurcalayan bir kaç husus vardı.
İlki hiç şüphesiz bu insanların tarihleriyle nasıl yüzleştiğiydi. Vahşetlerini bir müzede üzülerek nasıl sergilemiş ve gizleme gereği duymamışlardı? Galiba bizim alışık olmadığımız bir durum olduğundan bu kadar garipsemiştim. Devlet eliyle yapılan katliamlar ve zulümler ders kitaplarında övgüyle anlatıldığı bir sistemde büyümüş olmam bu garipsememin en büyük sebebiydi. İkinci husus ise bu insanların bir vahşet üzerine adil olduğu söylenen bir sosyal devleti ve medeniyeti nasıl inşa etmiş olmalarıydı. Sanırım bundan ziyade Müslümanların bir medeniyet üzerine nasıl bir hezimeti inşa ettikleri kurcalıyordu zihnimi. Ama ilk söylediğimi düşününce kendimce şöyle bir kanıya varmıştım; tarihlerini ve tarihlerindeki hataları cesurca eleştirenler ve bundan ders alanlar ilerler, tarihlerindeki hatalardan ders almayıp aksine bunu övünç kaynağı haline getirenler ise hep geriye doğru gider. Son olarak ise elinde güç olmadığı vakitlerde malum ırkın zulme ve soykırıma uğrayıp ardından güçlenince en barbar soykırımlara ve katliamlara nasıl imza attığı kurcalıyordu zihnimi. Galiba bunun üzerine çok düşünmeye lüzum yoktu. Bunu da sizlerin takdirlerine bırakıyorum. Serime Avrupa’nın bu yüzüyle başlamak istedim. Sonrasında Avrupa’yı şehir şehir ülke ülke gezdiğimiz yeni rotalarla evinize misafir olacağım.
Düştük yine yollara, dönüş yabana.