“Damarlarımda bir vuslat sevdası var’’ dizelerini terennüm ediyorum. Bu ezgiyi dinlemeyen yok sanırım. Oldukça duygulu ve bizi tüm benliğimizle geçmişe götüren bir ezgi. Vuslat sevdası cümlesi şiirlere ve ezgilere konu olmakla kalmamış sosyal mecralarda kullanıcı adı olarak da kullanılmış ve halen de kullanılmaya devam ediyor. Bunun salt bir moda veya klişe bir söz olduğunu düşünmüyorum. İçimizde bir özlem var ve bu özlemi sadece biz değil toplumun ezici çoğunluğu da hissediyor. Bu denli yaygın kullanılmasının makul bir izahı bu olmalı kuşkusuz.
Bir vuslata özlemimiz var ancak bunun ne olduğu hakkında sanırım bir karara varamadık. Eminim bir kış mevsimi olsaydık özlemimiz sıcak gülümsemesiyle güneşin tatlı yüzü olurdu. Hazan mevsimini yaşayan bir ağaç olsaydık sararmış ve yerlere savrulan yapraklarımızın o eski yeşilliği ve canlılığı ile dallarımızı süsleyişini özlerdik. Hüzün olsaydık sanırım ağlamaklı bir yüzün gülümseyen yanını özlerdik. Yetim olsaydık başımızı okşayacak bir babanın elini, dışarıdaki bizi eve çağıran şefkatli bir anne sesini özlerdik. Kurak bir çöl olsaydık sanırım üstümüze yağacak bir yağmur sesini özlerdik.
Çok uzağa gitmeye, ‘Güneş Ülkesi’ni yazmaya veya zeytin dallı güvercinleri çizmeye gerek yok. Yanı başımıza bakmaya, aynaya bakmaya ya da kendimizi sorgulamaya çalışsak sanırım bu vuslatın kime veya neye olması gerektiğinin cevabını buluruz. Aslında bu durumun bu kadar sorgulama gerektiren ve böyle büyük bir çaba isteyen bir durum olması kaybettiğimize değil kaybettiklerimizin oluşuna işaret ediyor. Birey olarak kaybettiklerimiz ile toplum olarak kaybettiklerimiz -birbirini etkilemekle beraber- adeta yarış halindeler.
Birliği önemseyen dinin mensupları olarak ayrılıklarla dolu oluşumuz… Adaleti en yüce değer olarak gören İslam’ın müntesiplerinin zulüm karanlığında oluşu… Aynı dini paylaştıklarımızdan hicret edişimiz… Akbaba gibi üstümüze üşüşen küfre tepkisiz kalışımız… Aç uyuyan komşularımız… Susuz hayvanlarımız… Tüm bunlar toplumsal sorun olarak ümmetin içini acıtıyor elbette.
İlim, hikmet ve irfan yolcusu olması gereken bizlerin hayatını eğlence içinde boşa harcaması… Tarihe damga vuran eski yiğitlerin aksine alnına damga vurulan şimdiki neslimiz… Oturduğu yerde yorulan şimdiki kuşağımız… Hak yolunda bir Selman olmak yerine bir kul peşinde kül olan kendimiz… Umursamaz tavrımız…
Birkaç sayfaya sığdırmaya çalışsak da aslında bu özlemin nedenini açıklamaktan fersah fersah uzağız. Bunun nedenini bulduğumu iddia etme niyetinde de değilim. Şair Hayalî’ nin “Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer” dizesinde yansıttığı duygu herhalde başka hiçbir asırda bugünkü kadar hissedilmemiştir. Geçmişin eşyalarını ve süslerini günümüze getirsek şayet yine de içimizi ısıtmıyor, ısıtamıyor. Belki de gitmek istediğimiz o eski zamanın özlemini eşyada, süste kısacası yanlış yerde arıyoruz. Belki de ondandır bu tarifini yapamadığımıza olan vuslat özlemi. Ne kadar tarif etsek de hep bir eksiklik göze çarpıyor. Giderilse de o hasret, bir türlü içimizden atamadığımız o duygu... Aynı mekânda aynı kişilerle mazinin o tatlı anılarından dem vurmuyor muyuz? Yoksa eksik olan zaman mı? O halde bu zamanın şimdi bize tatlı gelmeyen anılarını özlemle hatırlayacağımız bir gün gelecek mi acaba? Doğrusu cevabını bilmiyorum.
Bu özlemin bir gün bitmesi umudu aslında sonsuzluğa olan özlemimizi yansıtıyor. İnsan bu ya… Her şeyi ister. Bugün elimizde ve yanımızda olmayan her şeyi isteriz bu fani dünyada. Belki de hayalimizde bir cennet var ve o cennette olmasını istediklerimizi biriktiriyoruz bu sonsuz özlemde. Vuslatı istiyoruz ama o vuslata koca bir dünyayı sığdırıyoruz. Bir günü özlüyoruz ama o günün içerisinde bütün hayatımız ilmek ilmek işlenmiş vaziyette. Hicreti istiyoruz ama orada asli vatanımızı yeryüzü gibi geniş halde istiyoruz. Bir mezar taşına isim işliyoruz çünkü bir gün karşılaşacakmışız da adını hatırlayamamaktan korkuyoruz gibi.
Duygu bu ya! Şaire sormak gerekir. Çünkü şiirimizde de bu motif sık sık kullanılır. Bir özlem anlatılır şiirlerinde şairin ama neye duyulduğu bilinmez. Kime ve neye duyulur bu özlem? Belki de şair özlemini bizden kıskanmış ve bilmemizi istemiyordur. Bu iyimser bir görüş tabiiki. Belki de günümüzde yaşadığımız durumu yaşıyorlardır. Bir özlem var vuslata ve susamıştır gönül ama tarifsiz. Belki de öyle Yüce’yi kaybettik ki O’nu gecede, suda, gülde, çölde veya Leyla’da aradığımız halde bulamıyoruz. Belki de onları, kaybettiğimiz şey sanıyoruz.
Bizim de bir sitemimiz var elbette. Adını koyamadığımıza, şeklini tarif edemediğimize, suçladığımız zaman bizi küçük düşüren o sitemkâr haklılığa ve yaşattığı duruma -bize galebe çalsa da- biz de sözümüzü esirgemeyelim. Şairin dediği gibi diyelim biz de:
Ya topla yaralı kırlangıçları
Ya da bu vefasız şarkıyı bitir
Özgürlüğe giden tutsaklar gibi
Siyah gözlerine beni de götür.[i]
Söz&Kalem Dergisi | Mustafa Varol
[i] Nurullah Genç, Siyah Gözlerine Beni de Götür