Benim yazarlık serüvenim sorulduğu zaman yıllar öncesinde yaşadığım o anımı anlatmadan geçemem. Masum, sıcak bir anı. Kulağıma küpe ettiğim bir tavsiye almış ve yazın hayatımın en ufuk açıcı tecrübesini yaşamıştım.
O zamanlar hayatımda en çok keyif aldığım şey kitap okumaktı. Lise ikiye gidiyordum. Okulun kütüphanesinden hiç çıkmıyordum. Karanlık, rutubetli, köhne bir yerdi burası. Elbette ben bunlara takılmıyordum. Okul kütüphanesinin bu kadar kıt olmasına her yazarın sadece bir iki eserinin olmasına üzülüyordum. Buna rağmen oradan çıkmıyordum.
Son bir senede ise o zamanların çok tanınan bir yazarına kafayı takmıştım. Kelimenin tam anlamıyla yazdıklarının mübtelası olmuştum. Benim için kitap satın almanın büyük bir lüks olduğu o zamanlarda bile onun çoğu kitabını satın almıştım. Ama ne zorluklarla aldığımı ben bilirim. Okuldan arta kalan zamanlarda bir markette getir götür işlerini yaparak kazandığım harçlığımın iyi bir kısmını kitaba ayırıyordum. Geriye ise ancak birkaç gün yetecek kadar harçlığım kalıyordu. Bereket ki bizim kantinci kaşarsız tostu keşfetmişti de aç kalmıyordum. Gerçi tost dediysek sadece görüntüsü tosttu. Arasına salça sürülmüş iki parça ekmek diyebilirdik. Yarı fiyatına sattığı için hem alabiliyordunuz hem de tost yedim diye kendinizi kandırabiliyordunuz. Yürüyerek de okula gidip geldiğim için pek fazla masrafım olmuyordu.
Şimdiki gibi öyle aldığını bir kere oku kitaplığa koy, yapmıyordum. Her aldığımı defalarca okur, altını çizer bir kitap kadar da notlar alırdım. O sevdiğim yazarın çoğu kitabını da bu şekilde okumuştum. Bununla da kalmayıp edebiyat dergilerinde hakkındaki yorum ve eleştirileri de hiç kaçırmıyordum. Onun kalemini, çizgisini, hayata bakışını, görüşlerini ezbere bilirdim.
Önceleri ben yaşlarındaki her genç gibi benim de bir şiir defterim vardı. Şiir yazarak başladığım yazın hayatım öykü yazmaya hatta roman denemelerine çoktan evrilmişti bile. Durmadan öyküler yazıyordum.
Edebiyat öğretmenimin teşvikiyle yerel bir dergiye bile yazılarımı göndermeye başlamıştım. Buna en çok annemle babam sevindiler, büyük paralar kazanacağımı düşünerek tabi ki! Öyle olmadığını görünce biraz üzülseler de her yerde övünmekten geri durmadılar. Babam kahvede “bizim oğlan daha bu yaştan ehli kalem oldu şükür. Dergilerde neyin yazıları çıkıyor artık. Yakında bir de kitap basar kurtarır kendini” derken annem konu komşuya “ben ona hamileyken bol bol ceviz yediydim. Rahmetli kaynatam köyden gönderirdi. Böyle zeki olması o yüzdendir ellam” diyordu. Tabi benim için bunların bir önemi yoktu. Benim için önemli olan dergi editörümüzün kalemimi o sevdiğim yazarın kalemine benzetmiş olmasıydı. Bu beni çok sevindirmiş yazmaya teşvik etmişti.
Marketteki işimi bitirince eve yürürken okuldan bir arkadaşımı görmüştüm. Konuşarak eve yürüyorduk. Bana çok sevineceğim bir haber vermişti. O sevdiğim yazarın söyleşisi olduğunu söyledi. Yarın akşamdı hem de ücretsizdi. Ardından kitap imzalayacaktı.
Gece heyecandan uyuyamadım. Ona soracağım soruları düşündüm durdum. Sonra yok, kesin heyecandan unuturum deyip bir kâğıda yazdım. Sabah ona imzalatacağım kitabı, birkaç öykümü alıp çıktım.
Okuldan sonra markete gidince bütün hayallerim yıkıldı. Bayram ağzı olunca patron bizi akşam vardiyasına yazmıştı. Bu benim 10 dan önce işten çıkamayacağım anlamına geliyordu. O saatte de söyleşi çoktan bitmiş olurdu. Kısmet değilmiş deyip çalışmaya başladım. İşimin bitmesine yakın markette servis şoförü olan bir arkadaşıma rastladım. Laf lafı açınca üzüntümü öğrenmiş oldu.
-Yahu, üzme kendini! Bizim şuradaki otelde kalacakmış. Oraya bir teslimat için gittim demin. Emmioğlum orada çalışır. O bahsetti. Pek kulak vermedim, kaçta gelir bilmiyorum ama iş bitince git bekle! Mutlaka gelir.
-Olur mu ki? Hem ben ayaküstü ne konuşurum?
-Olsun görmüş olursun. Belki kitap bile imzalatırsın.
İşim bitince arkadaşımdan biraz borç para alıp otele doğru yola koyuldum. Otel çok da yakın değildi, yirmi dakika kadar yürüdüm. Otelin karşısındaki çiçekçiden de bir çiçek alıp kapıda beklemeye başladım.
Saat gece yarısına geliyordu. Hava buz gibiydi. O sene kışın çetini memleketi sarmıştı. Allah’tan o saate kadar otel çalışanlarından biri beni içeri almıştı da dışarıda beklememiştim. Beklediğim kişi nihayet gelmişti. Yanında iki adamla otele girdiler. Görevliler benim beklediğimi söyleyince olduğum yere geldiler. İyice yaklaşınca yanındaki adama:
-Yahu Sadık, bu veletlerden kurtuluş yok mu bugün? Semineri bir saat uzattılar, şimdi de ellerinde çiçeklerle kapımda bekliyorlar. Sadık dediği adam güldü. Ben ise kulaklarıma kadar kızardığıma emindim. Bayağı utanmıştım. Yorgun olduğu her halinden belliydi. Oturmam için işaret etti.
- Gel bakalım evlat! Şunu oturmadan söyleyeyim. Benim birkaç saat sonra otobüsüm kalkıyor. Bir iki saat uyumam lazım. Yani çok fazla vaktimiz yok! Oturduk. Çay söyledi.
Az önce yüzüme bile bakmayan, otel çalışanları hemen sıcak bir çay getirmişlerdi. Hizmette kusur etmiyorlardı. Bense şuan hayallerimi yaşıyordum en sevdiğim, özendiğim bütün yazdıklarını defalarca okuduğum yazar karşımdaydı. Yorgun, uykulu ama ciddi bakışlarla benimle konuşuyor, sorular soruyordu. Bense sormak istediğim her şeyi unutmuş sadece sorulanlara kısa cevaplar veriyordum.
- Yazdığın bir şey var mı yanında? Deyince defterimden bir sayfa açtım verdim. Heyecandan ellerim titriyordu. Okurken yüzü iyice ciddileşmişti. Kalemini çıkarıp bazı yerlerin altını çizdi. Okuması bitince deftere bir şeyler yazıp bana uzattı. Yüzü düşmüştü.
- Okumaya, yazmaya devam, dedi kalkarken. Buyurgan bir sesle ekledi, ama bir daha benim kitaplarımı okuma hatta okuduklarını da unut! İyi dileklerde bulunup gitti.
Benim başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Onun gibi yazdığım için çok beğeneceğini, yazdıklarıma iltifatlar edeceğini düşünmüştüm. O tam aksine benim kitaplarımı bile okuma diyordu. Bu muydu yani! Gözümde büyüttüğüm, hayaller kurduğum yazarın beni bir kovmadığı kalmıştı. Birden bana çok kibirli göründü. Kalbim kırılmış hayal kırıklığına uğramıştı. Oturduğum koltuğa iyice gömüldüm. Verdiği defteri hala sıkıca elimde tutuyordum. İçinde kalemini unutmuştu. Defteri açınca notunu gördüm. Az önceki karamsarlığım dağıldı. Gülümseyerek defalarca okudum:
“Bir bal arısı gibi her çiçekten öz alıp kendi balını üretmeni tavsiye ederim. Ufkunu benimle daraltmadan, benim kalemimle ama kendine ait şeyler yazmalısın.” Defterin arasında bıraktığı kaleme baktım. Unutmamıştı. Kalemini bana bırakmıştı. Mutlu oldum. Masadaki sıcak çayı keyifle içerken dışarıda yağan karı izliyordum. Eve nasıl gideceğimi düşünmeden hayallere dalmıştım.
Söz&Kalem Dergisi / Meryem Varol