Söz&Kalem Dergisi - Murat Şimşek
Bu yazımda George Orwell’in 1984 adlı eserinin incelenmesinden ziyade kitabın içeriğinin bize vadettiği “zihinsel kontroldeki payımız ne kadar?” konusuna odaklanmaya çalışacağım. Öncelikle kitap hakkında genel birkaç hususa üstünkörü değinip ana mevzumuza gireceğim. İngiliz yazarın Hayvan Çiftliği eseri ile başlattığı ve propagandanın başarılı uygulandığı takdirde silahtan daha tehlikeli olabileceği tezini 1984 eseri ile nihayete erdirdiğini görmekteyiz.
Kitap genel açıdan distopik bir dünyayı oldukça gerçekçi bir kurguyla önümüze sunuyor. Eser, belli bir döneme değil, tüm dönemlere hitap etmekle beraber belli bir ideolojiyi değil, yapısında diktatörlüğün bulunduğu her türlü oluşumun kitapta kendisine yer bulduğu, bir beşerî yönetim sistemleri eleştiri kitabı. “Özgürlük köleliktir, savaş barıştır, cahillik güçtür” bu sözler yüksek ihtimal ilk duyulduğu anda herkesin gayet saçma bulabileceği cümleler lakin kitabın geçtiği dönem ülkelerinde oldukça sık kullanılan bir slogan hatta bir nevi marş. Peki o dönem yaşayan insanlar neden her gün televizyonlarda, duvarlarda, gazetelerde gördüğü şu sözleri garipsemiyorlar, bizim onlarla aramızdaki fark ne? Acaba gerçekten farklı mıyız?
Ayrıca söz konusu dönemde kimsenin gerçekte görmediği ama posterlerinin her yerde olduğu “Büyük Birader” adında ülkenin kurucu lideri, çocukların kahramanı olan bir diktatörle karşılaşmaktayız. Özellikle parti (parti, ülkeyi yöneten yasama ve yürütmenin tek elde toplandığı, hiyerarşik sıralamada büyük biraderden sonraki en yetkili sınıf. O da kendi içinde iç parti, dış parti diye ikiye ayrılıyor) üyelerinin üzerinde büyük bir baskı mevcut hatta öyle ki sevgi, merhamet gibi duygular yasak ve evlendiğinde dahi o evliliğin amacı sadece partiye yeni üyeler olacak çocuklar doğurmak. Hayat amacın sadece doğduğun sınıfın gereklerini yerine getirmek ve ölmek.
İnsanlar da tele-ekran dediğimiz hem kaydeden hem de görüntü yayını yapan bir cihazla izlenmekte ve bunlar her evde her sokakta her iş yerinde görmek mümkün. Dönemin en büyük suçu olan ‘Düşünce suçu’ yani partiyi sevmemek, onu eleştirmek değil bunu aklından bile geçirmek, şüphe dahi duymak ilgili suçun kapsamındadır. Parti de bunun önüne geçmek ve iktidarını korumak için birtakım stratejiler yürütüyor. Bunlar: Propaganda, zihin kontrolü, geçmiş manipülasyonu ve son olarak korku ve işkencedir.
1. Propaganda
İsyan eden kimsenin olmamasından da anlayacağımız üzere bu teknik gayet başarılı uygulanmış. Peki insanları kendi tarafına nasıl çekersin? Öncelikle karşı taraftan nefret ettirerek. Kitapta nefret haftası ve günlük gerçekleşen 2 dakikalık nefret etkinlikleri ile insanlar toplu olarak bir görüşe ve şahsiyete nefret kusarken diğer tarafa da methiyeler dizip lehine sloganlar atıyorlar. Hatta başkarakterimiz konuyla ilgili “2 dakikalık nefretin en korkunç yanı, birinin rol yapmak zorunda olması değil, katılmaktan kaçınmanın imkânsız olmasıdır” şeklinde bahsediyor.
Kulağa ne kadar korkunç geliyor değil mi? Binlerce insan ellerinde bayraklarla bir ekranı veya şahsiyeti birkaç saat dinleyip karşı kutuptaki kişiyi dinlemeden hatta görmeden onu vatan haini ilan etmesi. Bu teknik ile insanların içinde her daim olan nefret duygusu bir yere aktarılmış oluyor ve propagandayı başlatan kesim her daim dost olur ve eleştirilmez. Çünkü onlar kurucu ilkelere bağlı vatanperver kişilerdir, hayati hatalar yapsalar dahi Büyük Birader’in ismini kullandıklarından göz ardı edilebilir. Ancak karşı tarafın hatası oldu mu acımamak gerekir. Çünkü nefret haftasında onların bir hain/düşman olduğu söylenmiştir.
2. Zihin Kontrolü
Suçun ortadan kaldırılmasını isteniyorsa en etkili çözüm suçu oluşturan unsurları ortadan kaldırıp suçun düşünülmesine dahi olanak vermemektir. Parti bunu “yeni söylem” adında yeni bir dil çıkararak yapıyor. Bu sayede insanların okuduklarını, konuştuklarını, yazdıklarını ve dahi düşündüklerini kontrol edebiliyor.
Nasıl mı? Mesela dilde; zulüm, baskı, diktatörlük kelimelerinin ve buna karşılık gelecek türevlerinin olmadığını düşünün. Bunların var olduğunu bilseniz dahi bunu ifade edecek kelimeler olmadığı için kimseye aktaramayacaksınız ve zamanla siz de unutacaksınız. Çünkü aklınızda o olayı kodlayacak kelime veya öbekler yok. Diktatörlük partisinin önceki dili, tek günde elinin tersiyle itip yepyeni bir dil çıkarması ve önceki tüm eski dil içeren kaynakların otomatikman bir çöp yığınına dönüştürmesidir. Bu vasıtayla aynı zamanda geçmişin de artık kontrolünüzden çıkarması belki de kitapta geçtiği gibi düşmanların meydanlarda asılması ve öncesinde işkencelere maruz bırakılmasından daha korkunç bir durumdur. Çünkü artık beyniniz size ait değildir.
3. Geçmiş Manipülasyonu
Kitabın geçtiği dönemde Okyanusya, Avrasya ve Doğu Asya denilen 3 büyük ülke var ve bunların hepsi isimleri farklı olsa dahi benzer sistemlerle yönetiliyor ve aralarında sürekli savaş var. Olayın en ilginç kısmı ise taraflar sürekli değişmesine rağmen hükümetin izlediği politika sayesinde halk her yeni düşmanı sanki hep onlarla savaşıyorlarmış gibi zannediyorlar. Peki bu nasıl mümkün oluyor? Aslında çok da zor değil. Partinin “Doğruluk Bakanlığı” adında yalan söylemek ve geçmişi değiştirmek gibi görevleri olan bir kurumu var. Medya ve basın tamamen onların elinde ve sürekli güncel tabloya göre yeni gazete, kitap ve televizyon haberleri oluşturuyorlar. Muhtemelen insanların ellerinde kitap ve gazete stoklamasının ve her kitabı okumasının yasak olduğunu söylemeye gerek yoktur. Sen 2 gün önce olaya maruz kalmış olsan dahi ders kitaplarında, televizyonlarda, medyada ve insanların dillerinde bambaşka şeyler duyduğun zaman artık kendi beyninden şüphe duymaya başlarsın. “Ya onlar hiç yaşanmadıysa ya her şeyi ben kurgulamışsam.”. Elinde aksini kanıtlayacak herhangi bir belge yoktur ve olsa dahi bilmediğin bir dille yazılmıştır, iş görmez.
4. Korku Faktörü
Bu 3 önemli teknik bile kimi zaman Winston gibi kişilerin oluşmaması için yeterli olmuyor bu yüzden en ilkel teknik uygulanıyor: Korku ve işkence. Başta da bahsettiğimiz gibi insanlar her zaman tele ekranlarla kayıt altına alınıyor bunun da ilerisi insanlar yürüyen birer tele ekranlara dönüştürülüyor yani bu dönemde insanların kendi evlatları tarafından hor görülmesi ve hükümete şikâyet edilmesi oldukça yaygın görülen durumlardır. Sonuçta duyguların olmadığı yerde insanlık körelir. Bunların bile yetersiz kaldığı durumlarda son çareye başvurulur: 101 numaralı oda. Dönemin en korkulan, girilmemesi uğruna ölümün bile göze alınabileceği, kimsenin hakkında hiçbir bilgisi olmayan efsanevi oda. Winston o odaya kadar gelir ve orada artık pes eder. En büyük korkusuyla yüzleşir ve o an kendisi yerine sevdiği kadının olmasını ister ve bizler kitabın başında geçen “Acıdan tek bir şey isteyebilirsin: durmasını. Dünyada hiçbir şey fiziksel acı kadar kötü değildir. Acı karşısında kahraman yoktur.” sözünü tekrar hatırlamış oluyoruz.
Winston artık 2 kere 2’nin 5 ettiğini kabul etmiştir ve kitap mutlu sonla bitmemiştir. Burada en üzücü kısmın Winston’un pes edişi değil Winstonların sayısının az olmasıdır. Çünkü hükümet tüm imkânları seferber edip son kulvarda kazanmıştır ama eğer akledenlerin sayısı daha fazla olmuş olsaydı hükümetin imkânları buna yetmeyecekti. Artık “Özgürlük köleliktir, savaş barıştır, cahillik güçtür” saçma geliyor mu kulağınıza?
Biz şu ana kadar kitabın bize sunduğu birtakım hipotezlerin insanlar üzerindeki etkisine ve gelecekteki tehlikeli sonuçlarına odaklandık. Bunları oldukça realistik ve rasyonel bulduğumu söylemeliyim ancak 2 husus var ki yazarın buralarda hatalı olmasa bile en azından tamamen haklı olamayacağını söylemeliyim.
İlki tüm insanların hangi aşama ve şartta olursa olsun eninde sonunda manipüle olabileceği tezi. Belki günümüz dünyasında 0 algıya maruz kalmış insan azdır belki de yoktur ancak 1 insanın dahi var olması dahi tezin çürümesi için yeterlidir. Ben şahsi açıdan buna inanmak istiyorum ve var olduklarına ve sayılarının 1 değil yüzbinler belki de milyonlar olduğuna güveniyorum.
İkincisi ise ilkiyle ilişkili aslında. Fiziksel acı karşısında kahraman var mıdır veya sevdiklerinin o an kendisinin yerinde olmasını istemeyecek kişiler? Ben şahsen fareler değil de bombalar karşısında gülenlerin, korkulabilecek en zirve nokta olan ölümü bayram havasında kutlayanların ve yaşamayı ve yaşatmayı kendi ölümünü güzelleştirmek için gören insanların var olduğunu görürsem o zaman hem ikinci maddeye hem de tüm kalıpları ve algıları yıkıp bahsettiğim durumları yaşamayı göze aldıklarından dolayı ilk maddenin doğruluğuna inanmam ve kahramanların var olduğuna, var olacağına ve 1984’ün asla gerçekleşmesine imkân vermeyecek bu insanlara inanırım.