Söz&Kalem Dergisi - Amine Çalış
İslam tarihinde ilk kıble, yeryüzünde Kâbe’den sonra inşa edilen İkinci Mescit ve Müslümanlar açısından yeryüzündeki harem alanlarından üçüncüsüdür Mescid-i Aksa. Dünyadaki 3 büyük inanç (Yahudilik, Hristiyanlık, İslamiyet) açısından merkezi bir kutsallığa sahiptir. Kronolojik olarak Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet açısından birçok özelliğe sahip olan Kudüs, tarihin her döneminde çekiciliğini muhafaza etmiştir. Dünyaya etki eden büyük devletler Kudüs’e mutlaka sahip olmak istemişler ve orayı kontrolleri altında tutmak için mücadeleler gerçekleştirmişlerdir. Müslüman olmanın şartı Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlere inanmak, onlara saygısızlık yapmamak, onlar hakkında yalan yanlış şeyler uydurmamaktır. Biz Hz. Davud’a (a.s.), Hz. Süleyman’a (a.s.), Hz. İsa’ya (a.s.) inanıyor, bu peygamberler hakkında Yahudiler gibi saygısızlık yapmıyor, iftiralarda bulunmuyoruz. Biz, Hz. İsa’yı (a.s.) seviyor fakat ilahlaştırmıyor, dolayısıyla ona haksızlık etmiyoruz. Biz, bütün peygamberlerin temiz insanlar olduklarına inanıyor, hizmetleri ve vazifeleri karşılığında insanlardan hiçbir maddi beklenti içinde olmadıklarını biliyoruz. Kudüs’te tarih boyunca insanlara zulmedenler, Müslümanlar değil; Babillilerdir, Romalılardır, haçlılardır, Yahudilerdir. Haçlılar, 1099’ta Kudüs’e girdiklerinde sadece Müslümanlara değil Yahudilere de zulmetmişlerdir. Selahaddin Eyyubi ile birlikte Kudüs, barış kenti olmuştur. Yavuz Sultan Selim ile birlikte bu barış tam 400 sene sürmüştür. Kudüs’ün yeniden bir barış şehri (Daru’s-Selam) olması gerekir. Kudüs, bugün mahzundur, Mescid-i Aksa, bugün mükedderdir.[1] 100 yıldır direnen bir halkın sessiz çığlıklarını iki aya yakın süredir dünyayı inletmektedir. Müslüman olarak ilk vazifemiz Kudüs’ün sessiz çığlılarına ses olmaktır. Peki ama neden Kudüs?
Kudüs meselesini değerlendirecek olursak üç başlığa ayırabiliriz. Bunlar insani olarak, İslami olarak ve kültürel olarak Kudüs bizim için neyi ifade ediyor şeklinde olacaktır.
İnsani açıdan ele alacak olursak. Dünya üzerinde kendini insan olarak nitelendiren her fert bu soru üzerinde tefekkür etmelidir. Zulüm karşısında sessiz kalabiliyorsak muhtemelen bu insanlık postuna bürünmüş bir canavardan farkımız olmadığı anlamına gelir. Zira şu son zamanlarda şahit olduğumuz bu SOYKIRIM kabul edilebilir bir vaziyet asla olmamalıdır. Din, din, ırk farkı gözetmeden bu zulme baş kaldırmak bunu başarabilmek insanlığımızın bir göstergesidir. Birileri kalkıp topraklarını sattılar deyip olayın vahametini yitirtmeye çalışıyorlar. Tarihi gerçekliğine değinmek yerine şunu merak etmekteyim. Velev ki toprağını satmış birileri var ise de bu israilin o toprakların gerçek sahibi olmadığını göstermez mi? Zira onlara göre 3 bin yıldır o toprakların gerçek sahipleri kendileriydi. Bunu da geçtim eğer gerçekten satılmış olsaydı bunlara dair belgeler nerede? Unutmayalım bir iddia varsa bunun ispatı da olmak zorundadır. 100 yıla aşkın süredir uygulanan bu zulüm karşınınsa sessiz kalabilmek insan doğasına aykırıdır. Zira koklamaya kıyamadıkları evlatlarının parçalanmış bedenlerini bir çöp poşetinde taşımak bir babanın sırtına yüklenen en büyük yük olsa gerek. Peki okşamaya kıyamadığı, uyuturken ninniler söylediği yavrusunu naaşına sarılmak hangi annenin hak ettiği kederdir. Bu insanların nasıl bir zararı dokunmuş olabilir ki açık hava hapishanesine mahkûm bırakılmaktadırlar. En ağır olan ne biliyor musunuz buna seyirci ve duyarsız kalmaktır. Onların soykırıma uğradığı gerçeğini görmemeniz insanlığınızın yitirilmiş olduğuna işarettir. Üç maymunu oynayarak gerçeği değiştiremeyiz. İnsan olarak üzerimize düşen vazifeleri yerine getirmeliyiz. Filistinlilere sömürgecilik, sürgün, askeri işgal ve onu izleyen kendi kaderini tayin etme hakkı mücadelesi getirildiği gerçeğini bir an olsun unutmamalıyız.
İslami açıdan ele alacak olursak. Kudüs şehri ve Mescid-i Aksa, İslam dininde büyük bir öneme sahiptir. Nitekim Mescid-i Aksa’nın bulunduğu Kudüs şehri ve civarında, tüm insanlığa peygamber olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (s.a. v), İsrailoğullarına peygamberler olarak gönderilen Hz. Musa ve Hz. İsa başta olmak üzere Hz. İbrahim, Hz. Lût, Hz. İshak, Hz. Yakub, Hz. Yunus, Hz. Yusuf, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Zekeriya gibi birçok peygamber yaşamış yahut bir süreliğine olsa da burada bulunmuş ve bu bölgedeki birçok mekânı mabed olarak kullanmışlardır. Dini bağımızın kuvvetli olduğu bu mekân ilk kıblemizdir. Bereketin merkezi, hicret yurdu, hak batıl mücadelesine şahittir. Kudüs, Müslümanların kalplerinde özel bir yere sahiptir. Kur’an-ı Kerim’e göre kutsal toprak olmasını “Ey halkım Allah’ın sizlere tahsis ettiği kutsal topraklara girin” (Maide,22), bereketli toprak olmasını da “Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Hz. Muhammed s.a.v.) kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah (c.c.) noksan sıfatlardan münezzehtir; O (c.c.) gerçekten işiten, görendir.” (İsra, 1) ayetlerinde görmekteyiz. Mescid-i Aksayı ziyaret tavsiye edilmiş ve orada kılınacak namazlara 500 kat daha fazla sevap vaat edilmiştir.
Filistin ve Kudüs, İsrâ’nın yani gece yolculuğunun ülkesidir. Zira Allah Teala Mescid-i Haram’dan yola çıkan Hz. Muhammed (s.a.v.)’e varış noktası olarak Mescid-i Aksa’yı belirlemiş ve Hz. Peygamber oradan Mirac’a yükselmiştir. Allah (c.c.) böylece hem Filistin ülkesini, hem de bütün peygamberleri bir araya getirip Hz. Muhammed (s.a.v.)’in arkasında namaz kıldırdığı Mescid-i Aksa’yı onurlandırmıştır. Bu aynı zamanda peygamberlerin taşıdığı tevhit mesajının sürekliliğine, peygamberlerin mirasına, imamlığa ve Allah kelamının İslam ümmetine yüklediği sorumluluğa işaret etmektedir. Böylelikle oranın özgürlüğü Müslümanların boynunun borcudur.
Kültürel açıdan ele alacak olursak. Mescid-i Aksa’nın içerisinde Emevîler, Abbasîler, Tolunoğulları, Eyyubiler, Selçuklular ve Osmanlıya ait 220’den fazla yapı bulunmaktadır. Hepsinin de İslam tarihi içerisinde izleri mevcuttur. Kudüs’e gidilince ilk olarak Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırmış olduğu surlar bizleri karşılar. Ardından kitabeler, hamamlar ve Osmanlının eserleriyle karşılaşırız. Anlatılanlara göre gezilince adeta Mardin ve Urfa’daymış hissine kapılırız. Zira Artuk beyin Kudüs’ü inşasından sonra bu şehiri inşa ettiği bilinmektedir. Buda demek oluyor ki ilk olarak Kudüs’te yapılanmış hatta kurumsallaşmış sonradan Anadolu topraklarına karışmışızdır.
1917’den beri Osmanlının idaresinde olmayan ama hala izlerini taşıyan bu beldenin sakinleri Osmanlı yapıları dimdik ayakta duruyorken Osmanlı torunları nerede sitemleri bizleri kamçılamayacak mı? Daha ne kadar Ömerlerin, Selahaddinlerin, Mehmet Fatihlerin, Yavuz Selimlerin ve Abdülhamitlerin gelmesini gözleyeceğiz? Bu kadar güce sahipken sırf idari ilişkiler bozulmasın, yediğim içtiğim boykot olmasın diye ümidi ebabillere dayamak nasıl bir aciziyettir? Bu beldenin yetim evlatları oranın izzetini muhafaza ederken bizler hak dine müntesip kimseler kıyamete kadar bu beldenin namusu bizlere emanettir ayrıntısını kaçırmaktayız. Diriliş için daha neyi bekliyoruz. Söyleyin Diyarbakır annelerine güller ne zaman gül suyuna dönüşecek. Selahaddin ne vakit gül suyunu emanet alacak. Kudüs ne zaman kanlarından gül suyu ile arınacak. O diriliş bugün olmayacaksa vallahi Allah’a vereceğimiz hesap çetin olacak. Sen ey Selahaddin torunları Selahaddin devrini şerefi ve izzeti ile bugüne taşıdı. Senin vazifen Selahaddin yürekliler ile omuz omuza bu vadi tamamlamaktır. Artık sözlerin değil dirilişin ve direnişin vaktidir.
Selam ve dua ile
[1] Harman, Ö. F. (2017). Kudüs semavî dinler için neden önemli? Açık Medeniyet, 3, 16.