Söz&Kalem Dergisi - Amine Çalış
Sırlı kelimeler, gizli cevherler vardır dillerde zikredilen… Nicesi tesbih olur, nicesi tahmid, bazısı tehlil, bazısı tekbir, bazen de temcîd olur. Aslında hepsinde ortak bir tefekkür vardır. Rahman ve rahîm olan, Kādir-i Mutlak olan Allah’a sığınma, O’ndan dileme, O’na tevekkül ve bel bağlamadır.
Sözlükte “Allah’a güvenmek” anlamındaki vekl kökünden türeyen tevekkül “birinin işini üstüne alma, birine güvence verme; birine işini havale etme, ona güvenme” manasına gelir. Tevekkül dinî ve tasavvufî bir terim olarak “bir kimsenin kendini Allah’a teslim etmesi, rızkında ve işlerinde Allah’ı kefil bilip sadece O’na güvenmesi” şeklinde tanımlanmaktadır.
Tevekkül; bir sonuca ulaşmak için gerekli olan sebeplere başvurduktan sonra başarıyı Allahu Teâlâ’dan beklemek ve Onun takdirine razı olmaktır. Bir diğer adıyla insanın, Allah’a güvenmesidir. Bediüzzaman Hazretleri tevekkülü şu şekilde tanımlamıştır: Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi duayı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenab-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.” Demek ki, Allah’a iman eden O’na teslim olmak zorundadır. Çünkü Allah’a iman etmek, O’nun isim ve sıfatlarına ve bu isim ve sıfatlarının hepsinin güzel olduğuna iman etmek demektir. Kur’an surelerinin başında kendini Rahman ve Rahîm olarak takdim eden Allah’a hüsnüzan etmek, O’nun yaptığı her şeyin güzel olduğunu düşünmek, “Görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler” düşüncesini kalbine yerleştirmektir.
Rivayetlere göre Bedr-i suğrâ’da müşriklerle karşılaşmaya hazırlanan İslâm askerlerine bazı münafıklar, Kureyş ve yandaşlarının büyük bir güç oluşturduklarını söyleyerek onları caydırmaya çalışmışlardı. Ne var ki bu haber, müminlerin Allah’a güvenlerini ve zafere olan inançlarını iyice pekiştirmiş ve kuvvetlendirmişti. “Allah bize yeter, düşmanın sayısı önemli değil!” şeklindeki teslimiyetleri Allah’ın rızasını her şeyden önde tutmaları, en küçük bir sıkıntıya düşmeden başarılı olmalarını sağlamıştı. Zira Allah Teâlâ kendisine güvenenlerin güvenini asla boşa çıkarmaz. Müminlerde bulunması gerekli olan, inançta Allah’a sarsılmaz itimat, onların en büyük gücü ve başarılarının sırrıdır.
Müslüman, Allah’ın kudretinin üstünde bir kudret, ilminin üstünde bir ilim, merhamet ve şefkatinin fevkinde bir şefkat ve merhamet bulunmadığına itikat eder. Diğer mahlukların da kendisi gibi aciz, fakir, kusurlu ve nakıs olduğunu idrak ile Allah’a itimat ve tevekkül eder; O’na teslim olur. Allah’a tevekkül eden bir Müslüman düşünür ki; “Bana gelecek bütün hayırları ancak O (c.c) ihsan edebilir. Her türlü şer ve zararları ancak Allah def edebilir.” Büyük sahibi Abdullah İbni Abbas’ın beyanlarından, tevekkülün en kısa ve kesin ifadesi olan “hasbünallahu ve ni’mel vekîl” sözünü, Hz. İbrahim ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in en kritik anlarda söylemiş olduklarını öğrenmekteyiz.
Tüm çaresizliklerin çaresi, tüm kapalı kapıların anahtarı, aydınlığın karartıya döndüğü, etrafındakilerin seni yalnızlığa ittiği zamanda kendisini terk etmeyen tek dostun varlığını hissetme ve “Allah bana yeter, O ne güzel vekildir.” demek bizi bu sınavda başarıya ulaştıracaktır. “Kuluna Allah kâfi değil mi?” (Zümer, 39/36) hitabına muhatap olurken ‘Bittim’ dediğin bir anda, Rabbimizin ‘yettim’ dediği, naçar zannedilen meşakkatlerin ve acizliklerin başa geldiği anda ne kavî bir kulluk ve ne güçlü bir dayanaktır bu söz.
Hasbünallahu ve ni’mel vekîl bazen zulme ve haksızlığa uğramış mazlumların ve mağdurların hayata tutunduğu tek dal olur. Hakkını alacak güçten yoksundur. Elinden geleni yapmış, yine de zalimin zulmünü önleyememiştir. Tutunduğu dallar eline gelmiş, başvurduğu kapılar yüzüne kapanmıştır. Kalbimiz ağrıdığında, dilimiz dolandığında, omuzlarımızın üzerinizdeki yükün altında ezilirken; sıkıldığımızda, daraldığımızda, çaresiz kaldığımızda, yorulduğumuzda, direnmekten vazgeçmeyi düşündüğümüzde, hata ettiğimizde günahın pişmanlığıyla tükenirken… Velhasıl yandığımız zaman zulmün alevinde, ateşi serin ve selametli kılan bir tılsımdır.
Yanlış anlaşılma olmasın; Bu, değildir ki elini eteğini her şeyden çekip tevekkül edip Allah’a bırakmak. Hz. Peygamber’in buyrulduğu gibi, “Yüce Allah acizliği kınar, hâlbuki akıllı olmalıyız. Bir işin üstesinden gelemediğimiz zaman, ‘Allah bana yeter, O ne güzel vekildir.’ demeliyiz.” (Ebû Dâvud)
Zira tevekkül, kalbîn işidir. Fakat kalp ile güvenmek bedenen çalışmaya engel değildir. Bu konuda en güzel örnek Hz. Peygamberdir. Tevekkül onun hali, çalışmak da onun sünnetidir. İnsanın kaderi; hedefini, amacını ve bu amacı gerçekleştirecek olan sebebi de içerisine alır. Şöyle düşünelim; toprağın mahsul verebilmesi için, onun sürülmesi, ekilmesi, gübrelenmesi ve sulanması bir sebeple sonucun ilişkisi olduğuna işaret eder. Bir amel işlemeden, bir amaca ulaşmak için bir çaba sarf etmeden, emredilen şeyleri yerine getirmeden, bir başarıya veya Allah’ın insana va’d ettiklerine kavuşmak mümkün değildir. Çabalamalı, direnmeli, uğraşmalıyız. Çünkü kader, gayrete aşıktır.
Unutmayalım ki dünya bir sınav kâğıdıdır. Bu sınavda insan, bazen Hz. Âdem gibi yasakla, bazen Hz. Nuh gibi evladıyla, bazen Hz. İbrahim gibi babasıyla, bazen Hz. Yakup gibi sevgi, şefkatle ve hasetle bazen Hz. Eyyûb gibi sabırla, bazen Hz. Lût gibi ailesiyle bazen Hz. Yusuf gibi iffet ve zindanla, bazen Hz. Musa gibi zalim firavunla, kim bilir belki Hz. Davud ve Hz. Süleyman gibi sultan olmakla, veyahut Hz. Zekeriyya ve Hz. Yahya gibi kurban olmakla sınava tabi tutulur. Önemli olan sınav kağıdına “Hasbünallahu ve ni’mel vekîl” yazıp yazmamaktır.